Wednesday, December 29, 2010

THY'DEN JFK SUPRİZİ..

Yolculukları severim aslında ben.. Özellikle de uçak yolculuklarını..Amerika'ya haftada bir gidip gelsem, neden demem.. Bazı zamanlar var ama insanın hayır uçamıycam demek istediği... arkasına bakmadan kacmak ıstedıgı.. İşte o yolculuklardan biriydi, NY-IST yolculuğu dün ya da bugün.. Pazar günkü kar yağışı nedeniyle pazartesi JFK  havaalanı kapandı ve uçuslar ıptal oldu.. Bununla beraber inanılmaz bır karısıklıkta beraberınde geldı.. İnsanlar üç gün havaalanında yatmak zorunda kaldı.. ve ben çoğuyla dün ya da bugün cunku henuz zaman kavramım oturmadı : ), tanıstım.. Tanışmamız hos bır sebep yuzunden olmadı tabı.. Keske sohbet etmek ıcın havaalanına gecıyordum ugradım dıyebılseydım ama hayır.. Bende o magdur yolculardan bırı olucaktım her ne kadar yolculuğun basında bunu bılmıyor olsam da..

Aslında her seyın suclusu dogal afet yanı kar yağısı.. Havaalanını bır gün boyunca kapattıran olay ''beyaz felaket''... Havaalanına girdiğimde inanılmaz bir kalabalıkla karsılastım ve ılk anda  bır sorun olduğunu anladım. Oraya gitmeden defalarca THY bana her seyın yolunda olduğunu, ucagın kalkıcagını söylese de terslıgı havasından hıssettım.. İlk basta karışıklığı  THY'nın check ın kısmını Kore hava yollarının ele gecırmıs olması baslatmıstı. Ne bır ısaret ne bılgı.. İnsanlar hıc bır sey bılmeden ordan oraya dolaşıyordu.. Bır kısım yolcular bır yerde diğerleri baska bır yerde sürü halınde beklıyorlardı. Tek verılen bılgı THY check ın'ın kapalı olduğuydu..Bu kadar karısık bır ortam olunca kavga gürültü gırla gitti tahmin edersinizki.. İlk kavga check ın de ılk hangı suruden baslanıcagı oldu.. Kore hava yollarının ısı bıtınce THY'nınkı basladı baslamasına da.. bellı bır sınır, cızgı olmadığından hayır ben önceyım polimiklerinin oluşması kacınılmaz oldu. Orda ılk anladığım sey THY'nın bır krız masası olmamasıydı.. Halbukı ben ondan baska hava yolu kolay kolay kullanmam, cok da severim ama böyle bır durumda hosteslerın sadece rahat rahat gülüyor olması benı benden aldı. Bir gün öncesinde ıptal olan ucusla bırlıkte arka arkaya ucus gerceklestırmeye calısınca her sey bır sacmalığa dönusmustu.. Güç bela kavga kıyamet ordan cıktıktan sonra, bavulları verdıgınız ayrı kısma geldık. . Burdakınden farklı olarak orda bavullar check ın esnasında alınmıyor, ayrı bır yerden alınıyor. İnanılmaz bır kuyrukla bas etmemız gerektı ve görevlılerın talebı uzerıne bavulları alenen alana attık cunku ınanılmaz bır bavul yıgılması vardı.. İşte orda bu yolculuğun gıt gıte daha eglencelı hale gelıcegını anladım : ) Guc bela bavullarımı verdıkten sonra en son kademe olan güvenlıktende ayakkabılarımı cıkartmak suretıyle gecıp gate'ı bıle bellı olmayan hayalı bır boardıng tıme verılen ucagı beklemeye koyuldum.. İşte benım ıcın eglence baslamıstı.. Hava alanına 12'de gelmıstık ıcerı gırdıgımde saat coktan 6'ydı ve maalesef ucagın sorunsuz bır sekılde 04.45'de kalkması gerekıyordu.. ve bız buna cook cok uzaktık.. bıraz alısverıs yapıp cantamı abur cuburla doldurduktan sonra uzun bır bekleyısın bızı bekledığıı farkedınce dıger magdurlarla tanısmaya basladım.. İnsanlar gercek anlamıyla perısan olmustu.. 3 gündür hava alanında bekleyenler, yatıp kalkanlar vardı.. Gözleri o kadar yorgun bakıyordu kı... hepsnının tek dileklerı bır an once gıtmektı.. Kafa dengı yanı benım gıbı azıcık catlak bırını bulmam cok surmedı takdır edersınızkı.. Havalanında bır fiş bulduk Mac'lerı cantadan cıkarttık yanına ı phone'ları ılıstırdık ve ıcımden bırı söyle dedı: zamane genclığı!!! Kendım gıbı bırını bulunca cok sevınıyorum ben ya, onu sıkı sıkı tutasım gelıyor.. Ehh malum  benden cok yok! Amerika'da master yapan tatıl ıcın IST'te gıden aslen Karadenızlı ve ısın acısı rötardan dolayı aktarılacagı ucagı coktan kacırmıs olan  sevımlı bırıydı.. O dakıkadan sonra ısler cıgrından cıktı.. JFK'nın ortasında kalabalıgın arasında uzun ınce bır yoldayım'ı soyledık ve durmadan cıkolata yedık..Havaalanında tanıdıkları olan bu sevımlı zat; Melis aklında olsun bavulları gondermıycekler dedı.. Bende hadı canım koskoca THY nasıl yanı dedım : ) Bunun acı ama gercek oldugunu daha sonra anlıycaktık. Bu arada biz eğlenırken kızının doğumuna gelen yaslı teyzeyse nese kaynağımız oldu.. saatler sonra saat 11:45'de ucaga alındıgımızda ıse yanımda İsraıl'e gıden ama jersey'lı bır hatun vardı. Bır sırt cantasıyla tatıle gıdıyordu ve o da aktarma yapıcagı ucagı coktan kacırmıstı.. Come on guyss!! bızım sabah 9'da orda olmamız gerekıyordu aksam 6'da değil : ) Dedim demedim değil.. Neyse hava kosullarından dolayı besık gıbı sallana sallana geldık.. Geldık de.. Beklenen oldu! Hanı benım 4 adet bavulcugum.. Yoktu.. Rapor yazdık, tutanak tuttuk, gonderıcez vaadlerını yutmus gıbı yaptık..

Anladığım kadarıyla bavulları yerlestırdıklerı sıstemde bır sorun olmus ve bundan dolayı da bavulları gonderemıyoruz barı ınsanları gonderelım daha fazla bekletmeyelım demısler.. Neyse sonuc olarak benım ıcın onemlı olan saglıkla gelmıs olmam.. Ayrıca bu hava alanı maceralarından dolayı da Onur Basturk'u hep kıskanmıstım zaten.. Havaalanlarını sevıyorum ucakları da.. Uc gunde yatardım dert degıldı.. yeterkı gelecek vaad eden bır yolculuğum olsun.. ama ben neyse de sımdı dıger aktarma yapıcak ınsanlarında bavulları gelmedı.. ve bu cok büyük sorun olucak hatta oldu bıle.. Her kurumun bır olagan ustu hal tımı olmak zorunda bu sekılde nereye cekersen oraya methodu hos degıl THY! 2 gunde gönderırız yalanını yemedık.. : )  ama bızı harıka sekılde ındıren pılota tesekkurlerımı bır borc bıldim tabıkı.. Pliotların harıka THY! ama o bavullar bana bır an once ulasmazsa adaletın topuklu pabuclarnı kafana yersın buda boyle bılınsın! Ehh bı Amerıka maceramın daha sonuna geldık..Krızler bazen eğlencelıdır hele de kımsenın canı yanmıyorsa.. veya benım gıbı yasadıgınız her olumsuzluğu dur ben bunun hıkayesının yazarım dıye dusunme gucunuz varsa..

Monday, December 20, 2010

It's a wonderful life

Çok büyük bir problemim var benim.. Adı; umudunu kaybedememe.. Bazıları vardır ya hani, karamsarlardır, hemen hayalleri yıkılır, vazgecerler.. İşte bence hayatta bazen hayallerinizden vazgecmeyi bilmek gerekiyor, yani hayırlısı bu değilmiş boşver diyebilmek lazım. Yok, yapamıyorum, olmuyor.. İlla olucak illa kaderime razı olmıycam. Kendimle kavga ettiğim kadar kimseyle kavga etmiyorumdur heralde.. Ben sevdiğim işi yapıcam, istediğim yere gidicem, dilediğimi sevicem.. Sankı olumsuzluklar, ımkansızlıklar bana carpıp gerı dönüyormuş gibi.. Bir şeye biri imkansız derse deliriyorum, kelimeyi algılayamıyorum.. Sanki hayatım papatya bahcesinde ya da harikalar diyarında gecıyor.. Asla Tanrının benı bırakıcagına ınanamıyorum. Oysa oyle olsa, bu kadar ınsan ıntıhar etmezdı.. Demekki hayatta cok ımkansızlık var.. Tamam kabul, umut dolu olmak harika bir şey ama maalesef diretme huyumdan vazgecmem lazım..

Gecen gün çok eski bir film izledim; ''It's a wonderful life'' ... Amerika'da her yıl christmas zamanı gösterirlermiş. Filmdeki esas oğlan çok fedakar, çok hırslı, calıskan ve cok iyi bır ınsan ama işler ters gidiyor, çalıştığı bankada yüklü miktarda para kaybediyor ve christmas gecesi intihar etmeye karar veriyor.. Bu arada film sondan baslıyor ve ilk sahnede biz insanların esas oğlan için ettikleri duaları duyuyoruz ve Tanrı meleğiyle onu nasıl kurtarıcaklarına dair konuşuyor. Buna göre Tanrı, meleğini insan suretinde dünyaya gönderiyor. Esas oğlanın intihar ediceği gece, melek arkasında beliriyor ve onun yerine suya atlıyor. Baş karakterde cok ıyı bır ınsan olduğundan suya atlayıp insan sandığı meleği kurtarıyor. Melek esas oğlana melek olduğunu söylüyor da inanan kim.. Esas oğlan konusmaları sırasında keske hıc doğmasaydım diyor ve melek onun bu dileğini yerine getiriyor. Tabiki tahmin edebiliceğiniz gibi onun hıc doğmadığı bır durumda her sey kötülerin eline kalıyor ve dünya yaşanmaz bir yer haline geliyor. Bunu gören esas oğlan hayatına geri dönmek istiyor ve eve döndüğünde şimdiye kadar iyilik yaptığı tüm insanların yardım etmek için  onun evine dolduğunu görüyor.. So It's a wonderful life.. Çok güzel filmdi, ders alınası.. Ben hep söylerim bence biz insanların problemi bir sonraki adımı bilmiyor oluşumuz... İşte tam bu yüzden sabırsızız, vazgecıyoruz,umudumuzu kolay yitiriyoruz.. Banada bir melek, ilerki hayatımı gösterse sanırım bende cok farklı bır ınsan halıne gelırdım.. Bilinmezliğe yaşamak kötü yanı en azından bana öyle geliyor. Bazen her sey cok bos geliyor. Ölüm gerçeğinin olduğu bir dünyayı neden ciddiye alıyoruz kı.. Kalıcı olsak neyse.. Gidiciysem eger yanı sadece gecıyordum uğradıysam neden kendımı cok yormalıyım onu anlamıyorum aslına bakarsanız. Ciddiyeti anlamıyorum.. Herkes eğlensin bence...Melekler hıc bir seyı cıddıye almazlarmıs.. Ayrıca bır melegı yanınızda tutmak ıstıyorsanız karamsar olmıycaksınız..

Bugün panda head'ı kaybettım yanı beremı : ) Benım ıcın kucuk seyler cok önemli.. NY pazarından almıstım bir daha gitmem, çok soğuk o kadar yürüyemem.. Çok üzüldüm.. Ne zaman desem ki şunu seviyorum beni terk ediyor. Sanırım bir şeylere fazla enerji göndermemek gerekiyor..



Friday, December 17, 2010

Uyku bıraz uyku bütün istediğim buydu...

Mesela şu an kafamı duvarlara vurmak istiyorum.. ya da basasagı durup beynıme kan götürerek yenı bır ıylesme methodu denemek istiyorum. Off dönünce bu hastalığa sahip insanlarla kaynaşıp, bu işin bir çözümünün olup olmadığını sorucam. An itibariyle orayla ilgili en cok özlediğim şey: pasiflora.. Tamam o da bır halta yaramıyor ama en azından rahatlatıyor. Saat 4 ve ben 2'den berı uyanıgım kı yatalı cok olmamıştı ve şu an kahvaltı yapıp güne baslayabılırım, benı kımse tutamaz.. Aklımda olsun bulacağım işin çok yorucu olması lazım.. Reklam ajansındayken ne güzel yorgunluktan bayılıyordum hatta uyku yetmiyordu.. Bana rahat batıyor bu acık.. Gecesı gunduzu olmazsa böyle bır sorunumda olmaz..

Tamam sucluyum dun tatlı yedım ama yemeyıncede oluyorkı, sadece daha nadır o kadar. Öglene kadar uyuyan ınsanlara cok ozenıyorum bir mucize olurda bir gün iyleşirsem, bir gün aksama kadar uyucam.. Aslında her sey Tanrı'nın elınde olduğuna göre istese bızı uykuya ıhtıyac duymayan varlıklar olarak yaratabılırdı. Keske oyle yapsaymıs.. Ya da uyku yerıne gecen haplar yapsalar ıcınce uyumus gıbı olsan.. Harıka olmaz mıydı? Hem zamanımız ıkı katına cıkardı boylece.. Bu uykusuzluk bana dokunmasa yanı uyandıgımda harıka hıssetsem sıkayet etmez, zaman fazlamı kullanmaya bakardım ama gelın gorunkı öyle degıl. Bır sey yapıcak enerjınız olarak uyanmıyorsunuz kı.. Bayık ve sıs gozler, saclar kıvırcık olduğundan elektırıklenmıs saclar, huysuz bır ruh.. Belkı doktordan uyandıgımda enerjı verıcek bır ılac ıstemelıyım yanı uyutucak degılde tam tersı. Boylece zaman fazlamı kullanırım.. Gercı bu da kalbımı yorar ama bu sorun o kadar uzun zamandır var kı, aklıma artık aklı selım hıc bır sey gelmıyor.. İşin kötüsü ben yıllarca psikologlara servet yedirdim cünkü bunun psikolojık bır sorun olduğuna ınanıyordum : ) Lakın sonra herhangı bır ınsanın bu kadar uzun sure depresyonda olamıycagına karar verdım.. Doktorlar senın bır seyın yok diyip paramı alıp geri yolladılar. Hatta anti depresan da denedım bir süre ama yok hiç bir şey işlemiyordu.. Sonunda endokrinim bu uyku bozukluğunu şeker probleminin yaptıgını söyledıde bos yere doktorlarda sürünmekten kurtuldum.. Böyle sabah uyanıpta agzını ayıra ayıra esneyen ınsanlara özenen bır ınsan modelıyım..

Bu arada gecen gun Johnny Depp'in bır röportajını okudum. Şöyle demiş; en cok normal ınsan rollerını oynarken zorlanıyorum.. : ) Sanırım bende en cok normal bır ınsan olmakta zorlanıyorum.. Daha hıc olamadıgım ıcın nasıl olundugunu dahı bılmıyorum.. Bu arada Johnny Depp'i Tourist'te normal bır rolde görünce bende sasırdım acıkcası.. alışmışım şekilden şekile girmesine. Karayip Korsanlarının yenisine başlamışlar.. Gercekten takdır ettım bu oyunculuk zor iş yanı onun yaptığı gibi çok uç karakterleri oynamak, her seferinde baska bırı olmak cok zor hatta sızofrenık bır durum. Aslında müzisyen olmak istiyormus ama o ısten para kazanamıycagı ıcın vazgecmıs.. Setlerde aralarda hep gitar calıyormuş. İnsanın böyle bir zevkinin olması muhtesem ya. Hep bır muzık aletı calmak ıstedım, kendımı eglendırmek ıcın.. Maalesef su ana kadar bır kac gıtar denemesı dısında kısmet olmadı ama valideyi ikna edip salonun ortasına piyano koydurasım hala var, Tanrı bana ömür versin hepsine sıra gelicek..  Bırde yıne okudugum kadarıyla Angelina Jolie güzelliğinden bahsedilmesinden nefret ediyormuş. Şöyle demiş; her insan isterse güzel olur, benim bir özelliğim yok.. Bence güzel, gercekten.. Ne zaman izlesem dudaklarımda bir şişkinlik hissediyorum, psikolojımı bozuyor, bu acık...Belirtmeliyim ki, Johnny Depp'te güzel adam! ama caktırmayan güzellerden, var böyle tipler çok güzel olupta saklanıyorlar.. Gözlerinin altına kalem cektiğinde yakısan nadir insanlardan..Benım tabırımle güzel gözlü.. Bir insanın güzel olması için gözlerinin bakmayı bilmesi lazım.. Gerisi boş..  Lafı uzatıyorum cunku hala uykum gelmedı ve bu gıdıslede gelmıycek.. Zaten saatte 5 oldu.. Uyku hıkayelerı mı baslatsam, arkası yarın uyku serısı.. Bır kere daha denemekten zarar cıkmaz aslında yapabılırım.. Gercekten döndügümde pasifloraya sıkı sıkı sarılıcam.. Pıff Mac'i sarja takıp bıraz deneme yapalım.. Uyku hikayeleri pek yakında..

Wednesday, December 15, 2010

Haritadan bir yer seçtim kendime..

Haritayı açıp kendime yer seçtim ve açıklıyorum.. Buna hazır mısınız? Bundan sonra bulunmak istediğim yer ''Avustralya''dır.. Haritayı açınca en çok onun haline üzüldüm. Yazık kıyamam, öyle terk etmişler gibi güney yarım kürenin bir kösesine kıvrılmış duruyor. Hiç bir ülkeye karası olmayan bir ülke, böyle söylediğimde çok garip geliyor kulağa öyle değil mi? Bu arada haritayı açıp ülke seçmekle kalmadım, dostum wikipedia'yı açıp biraz araştırma da yaptım. Avustralya ismi Latincede güney demek olan Avustralis'den geliyormuş. Resmi kayıtlara göre Avustralya anakarasını gören ilk Avrupalı, Hollandalı kaşif Willem Janszoon'muş.. Ben fena halde sanal dünyanın yalancısıyım.. Eskiden Meydan Larousse'lerimiz vardı değil mi, ansiklopediyi açar saatlerce aradığımızı bulmaya çalışırdık. Ben zaten aradığıma gelene kadar okumaktan öyle bir oyalanırdım kı, aradığımı unuturdum. Tabi bu bahsettiğim benim ilkokul-ortaokul zamanlarım. Şimdikiler ansiklopedi ne demek biliyorlar mıdır ki?

Neyse konuyu karıştırmayalım.. Bundan sonraki hayatımda hep olucak bir oyun başlatıyorum.. Haritadan bir yer seçip oraya  gitmenin peşine düşücem.. Avustralya'da çok uzak bee diyenler için, onu bende farkettim. : ) Biraz vurur ama öldürmez.. Yüzölçümüne bakılırsa dünyanın 6. büyük ülkesiymiş. Ben yıllarca Avustralya'nın başkentini Sydney sandım.. poor coğrafyam.. Avustralya diyince aklıma bir tek orası geliyordu ve dolayısıyla da orayı başkent tutmuştum ben.. Sonra aslında Sydney'ın en büyük şehri olduğunu, başkentinse  Canberra olduğunu öğrendim. : ) Eeh arada yanılabılıyorum canım, sizin olmaz mı hiç.. Neyse sonuçta Avustralya'ya gitmeden önce eminimki bir kaç Avrupa ülkesi daha gezerim, uzaklığından dolayı bu biraz uzak bir hayal oldu  ama yinede belki kaderim razı gelir, şakacı meleklerim bir şeyler ayarlar da bir sürede Sydney'de yaşarım. Benim google'da Avustralya'yı sadece Sydney sandığından, ordan başka yerin görsellerini pek elde edemedim ama bulduğum görseller ağız sulandırıcı.

Burda yani NY'da günler iyice eğlenceli geçmeye başladı.. Bu ülkenin en çok karışıklığını seviyorum yani bugün saydımda tam beş ayrı milletle sarılıp öpüşüyorum bir günde hatta bazen daha bile fazla oluyor. Bu çok hoşuma gidiyor, farklı kültürler farklı bakış açıları, insanın vizyonunu öyle bir genişletiyor ki, günden güne düşüncelerim değişiyor. İlk geldiğimde bütün çekik gözlülere lanet okumuştum sonra aradan bir ay geçince her şey tersine döndü. Onlarla aramdaki en büyük anlaşmazlık; Tanrıya olmayan inançları.. Nerdeyse hepsi ataist.. Tabi bu bahsettiklerimin geneli erkek, hatunların ailesi arada kliseye falan gidiyormuş. Koreliler çok sıcak kanlı, ben kendi ülkemde bile bu kadar cok kımseye sarılmıyorum. Her buluşmamızda bir çığlık ve sarılma efekti bizi takıp ediyor. Öpmek gibi huyları yok tamamen Teletubbisel hareketler içindeler. Fransızlar, ukala.. ve biraz şımarıklar.. Neyseki benim sevmediğim bir şeyi daha cok bagrıma basarak kendimi zorlama huyum var. Bu şekilde yarı fransız yarı Amerika'lı arkadaşım Max'le anlaşmayı başardım, hatta bugün onu ısırdım. Hayır köpek değilim, arada böyle şeyler yapabiliyorum, sevgi belirtisi.. Ispanyollar, onları anlatmaya nerden başlasam bilemiyorum.. Çok İspanyol tanıdım ama benı en cok ugrastıran durmadan konusan İspanyol avukat oldu. No No No No... her cümle arasında hızlı bir şekilde tekrarlıyor.. Her gün nasılda avrupa birliği üyesi olduklarını tekrarlıyor, bizi arap sanıyor. Geçen gün ülkede çikolata olup olmadığını sordu! Araplar genelde serbetli tatlılar yermiş, ondan çikolatamız olmadığını düşünmüş : ) Çocuk aldırmak, kadınların araba kullanması yasak sanıyor.. Yani anlıycağınız çok cahiller.. Kulaktan dolma bilgileri var, hiç açıp araştırmamışlar veya gelip gitmemişler.. Bana Avrupa Birliği üyesi oldukları için pasaport yerine gecen kartıyla hava yaptı bır sure : ) O kartla 100 gün Avrupa'da dolaşabilirmiş ama daha uzun kalmak ısterse o zaman vize alması gerekirmiş.. Çok konuşuyor çook.. Bende bunu fırsat bilip her şeyi öğrendim aslına bakarsanız. Bende avukat olduğumdan, hukuk sistemlerinden, şikayetlerine kadar adamın hayatını didik didik ettim. Ona kalsa Istanbul'daki ofislerine başvurmalıyım. Mesleğimi yapmıyorum dedim yirmi kere falan, yirmibirinci kere başvurdun mu diye sordu.Anlıycağınız burdakı ınsanların coğu dinlemeyi bilmiyor. Siz konusurken dinlemek yerine bunun üzerine kendi ne söyliycek onu düşünüyor..İlgimi çeken başka bir konuda özellikle Türk erkeklerinin çok ilgilendiği bir konu; rus kadınlar.. Bir rus arkadaşımdan öğrendiğime göre; Rusya'da savaştan kalan bir erkek kıtlığı mevcutmuş.. 27'sinde olup da bekar olmak çok kötü bir şeymiş, hoş karşılamazlarmış. Arkadaşım evlenmiş ama sevmeden.. Neden diye sorduğumda, baktım iyi adam dedim ve evlendim daha falza bekar kalamazdım dedi. Yani ben Rusların Türk erkeklerinde ne gördüklerini merak ederdim hep : ) Meğerse kıtlıktan ne yapıcaklarını şaşırmışlar! Demek ondan onlara farklı görünüyor dünya..Anlıcağınız benim hikayede bir tek Karadenizli eksik, bir de temel bulsam fıkra tamam olucak..

Avustralya diyordum ve laf karıştırdım değil mi? Amaan ben bunu hep yapıyorum, ne olmuşki?

Thursday, December 2, 2010

Müzikalleri kıskanıyorum,istiyorumki bizimde olsun..

Bugün ayrı bir güzel.. Tamam burda hava berbat, dünden beri yağmur yağıyor, her yer çamur ama ben güzelim, içim güzel ve bugün güzel.. Ne anlatıcaksın bize bugün hikayeci kadın derseniz; sahne sanatları derim.. Çok ilgimin olduğu başka bir konuda bu. Bu aşk, bu sevgi,mutluluk.. Her perde kapandığında, selam faslında, gözlerim doluyor, o kadar sevıyorum o büyüyü..Burda birde müzikallerde sahneye atlayıp sarılasım geliyor, o kadar etkileniyorum. Aslında sinema okudum yanı  daha cok ilk fimlerden başlayarak akımları, kuramları öğrendim diyelim. Yüksek lisansta pratiğe dair kamera ayarları, montaj dısında pek bir şey öğretmıyorlar. Birde bir kaç kere stüdyoya girip çıkıyorsunuz reji kısmını öğretiyorlar o kadar. Gercı bu benım okulumda böyle çünkü sinema bölümü bence olması gerektiği gibi güzel sanatlara değil de iletişim fakültesine bağlı : ( Teoride sinema biliyorum yanı, film okuyabiliyorum, izlerken daha cok zevk alıyorum. Tabi asıl aşkımı merak ediyorsanız; Sahne sanatları ya da daha dar adıyla, ''Tiyatro''... İşin aslı sahne üzerindeki her hadise beni cezbediyor ama tiyatroya ayrı bir sempatim var. Kendisiyle 10'lu yaslarımın basında tanıstım.. Önce serüvenım sehir tiyatrolarıyla AKM dolaylarında başladı. O yüzden AKM'nın yerı benım ıcın hep ayrı oldu ve su ankı durumuna da içim çok burkuluyor.. Aziz Nesin Sahnesi, Büyük Salon gezip durdum yıllarca sonrada devlet tiyatrolarına dadandım. Sanırım özel oyunlarla tanışmam daha uzun sürdü. Daha cok topluca organizasyon yapıldığı zaman katılıyordum hala da öyle. Gidip bilet aldığım nadir olur. Aaa ama oyun atolyesini ayrı tutuyorum! Kadıköy'ün yolları her zaman taştan, o çıkardı benı benı bastan : ) Haluk Bilginer'e aşığım bunu başka türlü tanımlayamıyorum yani oyununa, sahne üzerindeki duruşuna ses tonuna hastayım.. İşte bu yüzden genelde Oyun Atölyesinin çıkardığı oyunları büyük bir ilgiyle takip ediyorum. Şimdi bu genel olarak sevdamdan bahsettikten sonra asıl değiniceğim konuya gelelim; ''Müzikaller''

Sahi bizim bir kaç denememiz oldu müzikal konusunda ama pek başarılı olamadık sanırım yani öyle yıllarca devam etmedi hiç bir müzikalimiz. Burda ve tabiki Avrupa'da mesela Londra'da da aynı oyunlar yıllardır ağzına kadar dolu salonlarda oynanıyor ve inanın oyunların görsellik dışında hiç bir özelliği yok! Sadece cok üst düzeyde bır teknoloji kullanıyorlar bundan dolayıda inanılmaz bir güzellik ortaya çıkıyor. Phantom of the opera'da deniz effecti vardı mesela büyülendim resmen, Wicked baştan aşağıya konusu itibariyle sihir doluydu. Çok basit konular sahnelenenler ama o dekor, o müzkler, o insanların diyaframdan geliyorum diyen sesi  var ya işte olay orda dur diyor! Bakın bu sağdaki Wİcked'den : ) Bana kalsa her türlü görselliği fotoğraflardım ama maalesef çekim yasak ve yapmanız halınde gercekten rencıde edılıyorsunuz : ) Burda da her yerde olduğu gibi kurallar ve yasaklar var ama bir küçük fark var o da hepsinin gerçekten uygulanıyor olması. Neyse laf kalabalığını gecersek bu karede görünen tepedeki kanatlı şey bir hareket ediyor, görünce kendimden geçtim. Sahne yedi kat ve her katta ayrı dekor var. Hava, yer altı her şey tek tek kullanılıyor. İnanlmaz bir görsellik ya.. Her müzikal izlemeye gittiğimde ayrı etkileniyorum. Tabi hepsi bu kadar görsel öğe barındırmıyor. Bu bahsettiklerim en çok barındıranlar. Mesela, Rock of Ages'de öyle bir görsellik yok sadece inanılmaz bir müzik şöleni var. Ses aralıkları neyse artık çok etkileniyorsunuz.Bu soldaki karede Rock of Ages'den. Tabi bütün bunların yanında oyunculuk yok dersem haksızlık olur. Sadece sanki aşırı görsellik ve müzik ziyafeti olduğundan oyunculuk biraz geri planda kalıyormuş gibi. Bence bizim ihtiyacımız olan şey müzikal için özel oyuncular yetiştirmek yani şarkıcıları kulağından tutup getirip hadı sımdı sızınle müzikal yapıyoruz demekle olmuyor. Tamam zamanında Lüküs Hayat olmuş ve cok da tutulmuş ama zaman değişti ayak uydurmaz, eski methodlarla ilerlersek bir yere varamayız. Sahne sanatlarında sahne düzenlenmesi işin resmen %50'si ve maalesef bildiğim kadarıyla bizde sahne sanatları sadece askerlikten yırtmak ya da okumuş olmak için okunuyor. Çok az bir azınlığı yine ayrı tutuyorum, kimsenin hakkını yemek istemem. Biliyorum bu görselliği yaratmak çok pahalı bir şey ama müzikal izlemeninde ucuz olduğunu kim söylediki.. Bir kere yapıldıktan sonra tuttuğunu insanların akın akın gittiğini ve bu yapılan masrafın kat be katını çıkarabildiklerini biliyoruz. Hem bunun canlı örneğini hepimiz ''Anadolu Ateşi''nde yakından takip ettik. İstersek yapabiliriz. Bence yapmamız gereken bir müzikal'de gercekten rol alabılıcek o ses kalitesine sahip o oyunculuğa, sahneye hakim insanları tercih etmek . Konu çok da önemli değil yanı gökteki yıldızı yere indirmeye calısmaya gerek yok. Haluk Bilginer bir müzikalde olsun isterim mesela.. Yetkililere sesleniyorum.. Bizim hiç bir şeyimiz eksik değil! İstesek en alasını yaparız.. Kıskanıyorum, istiyorum.. İstanbul'uma çok yakışır bu görsel şölen..

Wednesday, December 1, 2010

Yediklerinizle barışma zamanı

Az uyuyorum, çok yazıyorum.. Ben bunu  hep yapıyorum.. Az uyku zaman fazlası demektir.. Aslında eğlenceli bir şey, artık yakınmıyorum, mesela saat 10'da size öğlen olabiliyor. Orjinal bir hayat tarzı, adım gibi.. Okurken cok ıse yarıyordu saat 5'te telefon konusabılıcek durumda oluyorum, sıfır uyku, acık zihin.. Kitap yazsam değil mi? Ben bu zaman fazlasını bir yerde kullanıcam ama durun bakalım, şu bir kaç ay geçcin, iyileşip iyleşmediğime bakıyım ona göre bir değerlendirme yapıcam. Yok, şu an blogumu bunları yazmak ıcın acmadım : ) Beslenmek zor iş değil mi? Biraz bunun hakkında yazmak istiyorum.. Ne zorlanıyor değil mi çoğu insan zayıf kalıcam diye. Amaaan Tanrıııım!!! diyet mııııııı!!!! Hayır, hayır bahsedeceğim o değil daha da doğrusu ben hiç bir zaman o kelimeyi kullanmadım.. Düzgün beslenme diyelim biz şuna.. Ben yaklaşık 15 yılda 20 tane beslenme uzmanı 5 tane endokrin  gördüm. Hayır durun obez falan değilim : ) sadece özel bir durumum vardı ve nasıl beslenmem gerektığını bulamıyorlardı. İnsülin direci denilen bir belaya sahibim ve buda hayatımı birazcık zorlastırıyor. Eee eskıden yanı bu hastalığı doğru dürüst doktorlarda bilmiyorken cok daha zordu, doktorlarla karsılıklı oturup aglıyorduk, ne yapıcaz sımdı dıye.. Neyse sonra anlasıldı, bulundu falan filan ama ben bu sürede yanı doğru neymıs onu ögrenene kadar her türlü tekniği denemıs oldum. Hıc unutmam bır beslenme uzmanım, ben sana referans olurum sen artık beslenme uzmanı olabılırsın demısti. Yazık, o gün kadının gözlerinde hüzünü görmüştüm. Yani diyeceğim şu ki, eğer siz normal, hıc bır hastalığı olmayan, sadece kilo almaya meyilli bir  yapıya sahip biriyseniz, aslında hayatınız cok kolaydır ama hıc bunun farkında değilsinizdir.

Klasik şeylerden bahsetmıycem; kahvaltıda bır kıbrıt kutusu kadar peynır!! gecın o ıslerı, gerek yok! Yapmanız gereken tek sey bır gunde aldıgınız yağ, protein ve karbonhidrat dengesını kurmak. Her insanın kilo almasının sebebi aynıdır insülininizin dengeyi kuramıyor oluşu. Bunu tetikleyen şey ise, karbonhidrat! Evet, doktor gibi oldum.. dedim yaa ben her seyı denedım : ) Eğer fazla karbonhidrat alırsanız yanı yağ, ekmek, şeker gıbı bunlar ınsulınınızın dengesını bozar ve sızde buna baglı olarak kılo alırsınız. Bundan sonra hep zayıf olabılırsınız, bu hem güzelliğiniz için hemde sağlığınız için gercekten gerekli. Bunu yapmak ise o kadar kolay kı.. Anahtar kelıme: Protein. Atın karbonhıdratı hayatınızdan, emın olun bır kere kendınızı alıstırınca bır daha zaten canınız ıstemıycek. İkinci anahtar kelime ise: Süt. Hadi itiraf edin coğunuz sütün sadece cocukken bır de yaslanınca kemıkler ıcın gereklı oldugunu düşünüyorsunuz. İşte tam orda yanılıyorsunuz! Süt varya can can.. Hemen markete gidin evi sütle doldurun, o kadar da ısrarcıyım.. Ikı saatte bır proteın alın kılo verme hızınız ıkı katına cıkıcaktır. Tamam ben kan sekerım ıcın ıcıyorum yanı ben hasta oldugum ıcın sık beslenıyorum ama bu hasta olmayan ınsanlarda da işleyen bır methoddur.Unutun ac durmayı hatta doktorunuz söylese bıle hayatınızın yanlısı olur. Çalışan bır mekanızma var ıcınızde eğer ona bır sey gondermezsenız yakıcak bı sey bulamaz bu da kıtlık alarmı vermesıne ve butun depoyu yaga cevırmesıne neden olur! Alın basınıza belayı! Ikı saat arayla yersenız daha doğrusu süt ıcersenız ve karbonhıdratı mınımuma ındırırsenız, sabah ıstedıgınız kadar peynır yıyebılırsınız, ekmegı kısıtlı ve bugday turlerınden tuttugunuz surece sıze kımse karısamaz. İlaç falan sakın denemeyın! Onların hepsı bos ve saglıga zarar verıcı ısler.. Hem siz süt içtiğiniz sürece cildiniz güzelleşir, yaşlanmanız gecıkır. Üstüne bır de egzersız dolu bır hayatınız varsa yaslılıgınızda kemik erimesinden korkmanıza gerek bıle kalmaz.

Kendımden bıraz yakınmam gerekırse; hayır zaten vermem gereken kılo yok, ben halımden memnunum ama doktor değil! İlla o kemıklerım batıcak : ) Yok,yok hastalığın baska tedavı seklı yook! İlaç kullanmak tek basına yeterlı değil maalesef. Yanı zorla 90-60-90'a kosan tek kadın olabılırım.. Ben sadece ıylesmek, oglene kadar uyumak ve gun ıcınden enerjı dolu olmak ıstıyorum. Başka bır derdım de yok takıntımda.. Siz benı dınleyın, düzgün beslenın. Her haliniz sağlıklı ve yakısıklı olsun. Kendınızı bır suru hastalıktan koruyun..

Tuesday, November 30, 2010

Classic müzik sevilsinler derneği..

Benim hayatımda ne kadar çok manevi değeri olan şey varmış, yazınca anladım.. Pek çok insanın nerdeyse nefret düzeyinde sevmediği bir müzik türünden bahsedicem size. Aslında pek kimse bloguma uğramadığı için yine kendi kendime dert anlatıcam diyelim. Bu kendi kendine konuşma olayını yazı yoluyla çok yapıyorum ben. Bir kaç yıldır bir okuyucu bulmuştum kendime, sayfalara yazmaktan sıkılmıştım, ona yazıyordum ama işin içinde ikide birde şu dondurucunun kapısını zorlayan duygularım olunca  artık ona değilde bloguma yazmaya karar verdim. Nasılsa her sekılde kendı kendıme konusuyorum : ) Eveet bugün çok yakındığım bir konudan bahsedicem. Klasik müzik neden sevilmiyor? Neden ben her gittiğim konserde gencler yerine bir grup orta yaş ve üstüyle konser dinlemek zorunda kalıyorum. Nesini sevmiyor bu gençler klasik müziğin? Buna bir çare bulmak lazım çünkü hem ben konsere gidicek adam bulmakta zorlanıyorum hemde açıkçası bu duruma çok içerliyorum. Ne zaman birine akşam konsere gelsene benımle desem aldıgım cevap, Iyyy klasik müzik mi dinliyceksin, kızım bırak o işleri yaa!!

Gördüğünüz gibi müzik dinlemenin adı; ''o işler'' çünkü bu gerçekten onlara gereksiz bir iş gibi görünüyor.  Ben İKSV'nin classic müzik, jazz festivallerini arka arkaya takip ediyorum ve biliyorum ki, salonlar full doluyor ama maalesef cok az sayıda genc geliyor. Bunun nedenini inanın çok düşündüm. Acaba bu gençlere hitap edemeyecek bir müzik türüde ben mi bir yerde yanlış yapıyorum diye. Sonra bu müziği dinlemenin, hissedebilmenin ruhunuzda bulunması gereken bir olgunluk düzeyi gerektirdiğine kadar verdim. Yanlış anlamayın! Amerika'da da bu böyle. Burda gördüğüm tek fark genç olarak müzik öğrencilerinin geliyor olması o da bir kaç tanesiyle konuştuğum üzere genelde ödev peşinde oldukları için geliyorlarmış. Ben istiyorum kı konservatuar öğrencileri dışında da gençler gelsin. Tamam cok agır senfonilere, konçertolara  gelmesinler ama çok güzel solo konserler oluyor, tanıdık şarkıları cover yapıyorlar ve bence çok dinlenesi işler çıkıyor. En azından  gece kluplerinin yerindense  konser salonlarının yerini ezbere bilseler bu bile yeter. Daha temiz bir gençlik arıyorum aslında. Tamam yine feneri her gece bir yerde söndürebilirler, izin verdim : D. Şu bırak bu işleri tavrından kurtulsunlar yeter.Biraz ilgi istiyorum bu müzik türüne, fazla değil. Açıkçası hem jazz hemde klasik müzik konserlerini takip ettiğim için ikisine de gelen kitleyi görme şansım oluyor ve dikkat ettim ki jazz daha gençlere yönelik bir müzik tarzı olarak kabul görüyor. Tamam yine salon tamamen gençlerden oluşuyor diyemem ama en azından durum klasik müzik konserlerinden daha iyi. Klasik müzik dinlemenin gerçekten bir adabı var, giyiminize ister istemez çok dikkat ediyorsunuz dinlemeye giderken ve bu benim gerçekten cok hosuma gidiyor. Mutlaka girişinde kokteyl oluyor, resmi kıyafetli insanlar ağır ağır konuşup gülümsüyorlar, bilmem bence kalite kokan yegane müzik türlerinden. Hatta bu öyle saygı gerektiren bir müzik türü ki; burda bir dakika bile gecikseniz asla salona alınmıyorsunuz, dışarda ekran var ve birilerinin gözetiminde orda oturup dinlemek zorunda kalıyorsunuz. Gelelim başlığa, ben ne zaman konsere gitsem ve genclerı parmakla saysam, aynı seyı soylerım: ''Yok bu böyle olmıycak ben kesin klasik müzik sevilsinler dernegi kurucam'' : ) Bu yazıyı Beethoven'dan Tempest'la bitirmek istiyorum..





Monday, November 29, 2010

En büyük aşkım animasyona..

Eveeet geldik hayallerimden birinden bahsetmeye.. Animasyon.. Gerçekten izlerken kendimi kaybettiğim tek şey bu. Şey diyorum çünkü bu bir video, kısa film ya da uzun metraj film olabilir, yeterki anime edilmiş olsun : ) Sizinde bildiğiniz üzere animasyon kullanımının en gelişmiş olduğu yer şu an bulunduğum yer yani Amerika. Ne yalan söyliyim çok gözüm var animasyon okumakta ama artık cok mu gec, bır de bunu okuyacağım dersem ailem benı topuklarımdan vurur mu bilemediğimden henüz karar verebilmiş değilim. İşte bu niyetimden dolayı hem kendim öğrenmek hemde burda paylaşmak için biraz araştırma yaptım. Öncelikle bahsetmek istediğim şey bu işin eğitimi. Benim bildiğim kadarıyla Türkiye'de animasyon bölümü olan tek üniversite, Eskişehir Anadolu Üniversitesi. Bundan başka ''Bilge Adam'' gibi çeşitli kurslarda grafik başlığı altında animasyon programlarının eğitimleri veriliyor ama açıkçası ben denediğim için bunun yeterli olduğunu düşünmüyorum. Peki animasyon ne işe yarar? Efenim bu animasyon denen şey eğitim,  mimarlık (iç,dış dekorasyon), sağlık ve tabiki eğlence olmak üzere bir çok alanda görsel bir şölen yaratmak için kullanılabılıyor ama tabı benim aklıma animasyon dediğinizde ilk önce Avatar , Shrek, İncredibles gibi animasyon filmler geliyor. Tabiki bu alanın en çok geliştiği yer Amerika olduğundan animasyon filmlerde en çok burda gerçekleştiriliyor. Bu durumun en kolaya kaçan açıklaması sanırım bu işin çok pahalı bir iş olmasıdır. Yani bir reklam filminde 40 saniye anime için 400-500 dolar gibi paralar talep ediliyor ve buda işleri zorlaştırıyor. Gerçi buna rağmen filmlerimizde animasyon kullanmasak da reklamların göz ardı edilemiyecek bir  çoğunluğunda  animasyon kullanılıyor. Mesela Arçelik bu konuda çok istikrarlı giden reklamlarına hala devam ediyor. Mr. Çelik başarılı bir animasyon ürünü.

Şimdi, ben bu işi nasıl yaparım bu işe nasıl bulaşırım diye kara kara düşünenler varsa onlara bu işi başarmış insanlardan ve hangi yoldan gittiklerinden bahsedicem. Benim için DreamWorks'de çalışan bir adam ilah gibidir ne yalan söyliyim onu kısım kısım kıskanırım üstelik bir de bu Türk ise hem gurulanıp hem kıskanırım. Belki biliyorsunuzdur; Onur Yeldan'dan bahsediyorum.. Kendisi aslen Yıldız Teknik Üniversitesinde makine mühendisliği okumuş ve okul hayatı boyunca boş zamanlarında filmlerde gördüğü efectleri tekrar ederek kendi kendine öğrenmeye çalışmış, bu işe ilgisinin çok arttığını fark edince de İskoçya'nın yollarını tutup orda Blobheads'de animatör olarak kariyerine başlamış. Sonra ne mi olmuş, ne olucak kader olmuş : ) Arkadası vasıtasıyla Blur Studios'a başvurmuş ordan da DreamWorks'e transfer. Bahsediceğim başka bir isim, Tahsin Özgür bir duayen.. Walt Disney'de baş animatörlük yapmış bir isim ve uluslararası alanda ödül alan ilk Türk animatör. Kariyerine ara resimci olarak Kanada'da başlamış, Tarzan, Herkül, Asteriks ve Vikingler gibi bir çok yapımda çalışmıştır. Bir diğer isim, çoğunluğun bildiğini düşündüğüm Coşku Özdemir. Neden bildiğinizi düşünüyorum çünkü çok yeni olan ''Avatar''ın yapımında çalışmış bir isimden bahsediyorum. Coşku Özdemir'de aslında bir çok animasyonla uğraşan insan gibi başta bunun okulunu okumamış. ODTÜ malzeme mühendisliğini bitiren Özdemir, okulu bitirdikten sonra küçüklüğünden beri hayalini kurduğu işi yapmak üzere Amerika'ya gelmiş ve burda okulunu okumuş. Burda araya girmeliyim ilgimi çeken ayrıntı şu ki; sanatçının ablası da mühendislik bitirip üzerine avukat olmuş! eyy hat! Neyse konuya dönersek  şimdiye kadar Iron Man, Transformers, Buz Devri gibi bir çok işte parmağı olan birinden bahsediyoruz. Animasyon sektöründe çalışan ve bahsediceğim son isim ise, Cemre Özkurt.. Mimar Sinan grafik bölümünden mezun ve kariyerine aslında karikatür çizerek başlamış. Şu an Florida da yaşıyor ve Sims 3 'de karakter tasarımı yapıyormuş. Hmm bunu bildiğim iyi oldu sims3'deki karakter tasarımından hiç hoşlanmadım, insandan baska her seye benzıyorlar!



Kısaca bu işi layıkıyla yapan Türk'lerden bahsettikten sonra gelelim benım neden bunları anlattığıma. Bu yazıyı yazmamdaki amaç baştada söylediğim gibi önce diğer insanların bu işi nasıl yaptığını kendime anlatmak  ve belki benim gibi ilgisi olan vardır da açıp bakmak ister diye bir toparlamak... Bahsettiğim animasyon ustalarının Türkiye'deki animasyon sektörü hakkında söylediklerine gelicek olursak, aslında hepsinin farklı noktaları belirterek de olsa geldikleri nokta aynı; para, bütçe. Yani bizde bütün bir filmin bütçesi 1 milyon dolara  yaklaştığında olay oluyor, büyük film yapmış oluyoruz oysa milyonların izlediği ''Transformers'' filminin yapımının sadece bilgisayar ortamında yapılan bir kaç sahnesi 1 milyon dolar üzerinde olabiliyor. Yani bu işe inanılmaz para yatırıcak yapımcılar olmadıkça Türkiye için uzun metraj animasyon film yapmak hayal gibi görünüyor. Bunun dışında hepsinin ortak sorusu şu ki, bu sektör illa da Türkiye'de olmak zorunda mı? Bu önemli bir soru, yani bu işle uğraşmak isteyen işin yapılığı yere gitsin demeye getiriyorlar ki bencede haklılar çünkü nasıl her insan her konuda uzmanlaşamazsa  her film türüde her ülkede yapılmak zorunda değil, hemde Türkiye gibi sineması iki ileri bir geri ilerleyen bir ülkede.. Her ne kadar dev animasyon okullarımız olmadığı ve harika filmler yaratamadığımız için içim burkulsa da ben bunu bir sorun olarak görmekten yana değilim. Eğer bu işi yapmak için yanıp tutuşuyorsak gerçektende yapıldığı yere gidebiliriz. Küstüm, ben oyamıyorum diyecek bir durum yok : ) Tabi imkan yok, koşullar el vermiyor derseniz, işte ona boynumuz bükük maalsef.. Kullanabileceğim en yaratıcı kelime ''haklısınız'' olur ama ben biliyorumki bir şeyi yürekten isterseniz bir şekilde önünüzde kapılar açılıcaktır. Ben bayılırım mucizevi başarı hikayeleri okumaya, siz sevmez misiniz?Başarı diyince aklıma vimeo'dan ödül alan bir isim daha geldi; Onur Şentürk! The Vimeo Awards gecesinde motion graphics dalinda TRI▲NGLE video’su ile outstanding motion graphics odulunu kazandi! Tamda vimeo'nun kapalı olduğu bir zamanda sizcede harika bir kapak olmamış mı? Bu arada izlemek isterseniz, çalışmasının linki:  http://vimeo.com/13216490

Son olarak işin biraz teknik kısmından bahsetmek istiyorum. Animasyon işine giricez, hadi gördüklerimizi taklit ederek kendi kendimize öğrenicez ama bunu neyle yapıcaz dediyseniz; buyrun bunun için tasarlanmış programların listesi:


Günümüzde Kullanılan Bazı 3d Tasarım Ve Animasyon Programları

SoftImage 3D 3.7

SoftImage 3D, SGI platformunun en tanınmış isimlerinden biri. Özellikle sinema sektöründeki başarısıyla tanınan program, NT tabanının gelişmesi ve Microsoft tarafından satın alınmasından sonra Windows NT tabanında da kullanılmaya başlandı. Programın NT tabanındaki ilk sürümü 1996 yılının başında piyasaya sürülmüş olsa da kısa sürede 3.51 sürümü yeni özellikleriyle NT tabanını daha da iyi kullanılır hale getirdi. Program 64 MB RAM istese de daha yüksek kapasitedeki bellekle daha da verimli çalışmaktadır. Ayrıca program OpenGL hızlandırıcı kart olarak da özel kartları tercih etmektedir. Bu nedenle desteklediği OpenGL kartlar tercih edilmelidir. Programın çıktı kalitesinin oldukça yüksek olması,gelişmiş modelleme ve animasyon özellikleri diğer programlardan ayrılmasına neden olmaktadır. Bu özelliklerinden dolayı,zevkle izlediğimiz Jurassic Park,Jumanji,Casper gibi birçok filmde kullanılmıştır.

3D Studio Release 4

3D Studio, AutoDesk firmasının ürettiği, Türkiye genel distribütörlüğünü Sayısal Grafik’in yaptığı, 3 boyutlu modelleme, renklendirme ve hareketlendirme yazılımıdır. DOS platformundaki son sürümü olan 3D Studio R4’ün orijinal kutusunda; 3 adet kullanım kitabı içlerinde 3D Studio Release 4 programı, hazır sahne,nesne, doku, örnek animasyon ve durağan resimlerin bulunduğu World Creating Toolkit veri CD’siyle birlikte 2 adet CD ve 1 adet kurulum disketi bulunmaktadır.3D Studio Release 4 minimum, 386DX işlemci, 4 megabyte RAM, 640*480*16 çözünürlüğü destekleyen ekran kartı,15-30 megabyte sabit disk alanı ve DOS işletim sistemine ihtiyaç duyuyor. Aynı zamanda Windows platformunda da çalıştırılabiliyor.

Bryce 2.0

Bryce programı Metatools ’un en başarılı animasyon programlarından biri. Şu anda 3.0 sürümü piyasada bulunan program oldukça etkileyici bir arabirime sahiptir. Programda eski sürümüne göre birçok yenilik bulunmasına rağmen Nano Preview adı verilen ve siz doğal ortamınızı hazırlarken aynı zamanda o ana kadar oluşturulan ortamı hızlı bir şekilde gösteren ekranı oldukça etkileyici ve yararlı.

3D Studio Max 2

Yine AutoDesk firmasının çıkarmış olduğu bir yazılım olan 3D Studio Max, 3D Studio’nun devamı sayılabilir. Studio Max, Windows NT işletim sistemi için yazılmış bir program olsa da Windows 95’te de çalışabiliyor.

ALIAS/Wavefront Power Animator

Modelleme ve kaplama konusunda lider yazılımlardan biri olan Power Animator TV-Sinema, oyun ve multimedya alanlarında kullanılıyor. Yazılımı geliştiren firmaların CAD/CAM ve simülasyon konusunda konularında da uzman olması programın özellikle sinema sektöründe vazgeçilmez bir modelleme ve kaplama programı olmasını sağlamıştır. IL&M gibi dev sinema kuruluşları görüntü efektleri konusunda ses getiren hemen hemen her filmde Power Animator’u kullanmaktadırlar. Bu tip büyük yapımlarda genellikle modelleme aşamasında Alias/Wavefront Power Animator, animasyon aşamasında SoftImage ve kaplama aşamasında ise Power Animator veya Render Man kullanılmaktadır. Dragon Heart, The Rock ,The Twister ve Independence Day bu programla yapılan filmlerden sadece birkaç örnek olarak gösterilebilir.

Imagine 4.0

Amiga platformunda Impulse firması tarafından C dili ile hazırlanan Imagine, on seneyi aşkın bir süredir animatörlerin kullandığı bir programdır. Ucuz olduğu ve bir animasyon programından istenilen niteliklere sahip olmasından dolayı genelde tercih sebebi olmuştur. Imagine programında varolan bazı özellikleriyse onu oldukça çekici hale getirmiştir. Metaball kullanımının en etkili olduğu Imagine, ışın takibini 16 yansımaya kadar takip edebiliyor. Ayrıca birden fazla efekt bir nesne üzerine rahatlıkla uygulanabildiği gibi sahne tasarımının yapıldığı Stage Editor’da bu efektlerden bazılarının uygulanışını görebiliyorsunuz.

LightWave 3D

En önemli 3D modelleme ve animasyon programlarından biri olan Lightwave ayrıca nesneler üzerindeki 3D modelleme ve ses ekleme aşamalarında en iyi animasyon programları arasında yer almaktadır. İleri ki bölümlerde sık sık birçok bölümünü inceleyeceğimiz programlardan biri olan Ligthwave animasyon dünyasının liderleri arasındadır.

Tabi bunlar benim internet faresi olarak bulduklarım bunun dışında da eminim geliştirilmiş programlar mevcuttur. : ) Hee birde unutmadan son filmi Prensesin Uykusu'nda korkusuzca animasyon kullanan Çağan Irmak'a saygılaR...

Saturday, November 27, 2010

Evliliğin Amerikancası

Şimdi size Pew araştırma merkezinin Time ile işbirliğinde yürüttüğü bir araştırmadan bahsedicem ama önce bu konuda kendi fikirlerimi belirtmeliyim ki olayı hangi açıdan gördüğümü bilin. Ben gazeteci değilim, objektif olmak konusunda da çok kötüyümdür, mutlaka taraf tutarım. Yazının başlığı;Marriage: What is it good for? yani Türkçesi bu evlilik neye yarar, niye evlenmeliyim. Evlilik, hassas konu, bırakın olduğu gibi kurumu kabul etmemi, adını duyunca bile irkiliyorum. Sevmedim, sevmiyorum, büyük konuşmam ama sevebileceğimi hiç sanmıyorum. Seremonisi, materyalleri, ortamı, parlak gibi görünen karanlığı, hiç bir zaman taraf olamıycağım bır durum. Biliyorsunuz ki evllik ve bu çatı altındaki aile kavramı, Türk toplumunda belki eskiye oranla daha az ama yinede aşırı saygı gören bir kurumdur. Her  insan doğar, büyür, okur ve evlenir. Baskı var bir kere olmak zorundadır?? Evlenmeyen hatuna yazık gözüyle bakılır, kimse o durumu kendinin tercih edebilceğini düşünmez, toplum gözünde, ''ah yazık yavrum evde mı kalmıs''tır. Bu şekil söylemlerle açıklanır. Özellikle de eski nesil tarafından kabul edilen inanış bu yöndedir. Erkekte evlenmek zorundadır, yazık bir yaşından sonra nasıl kendini idare edebilicektir ki.. Yavrum kıyamam.. Bir yaşı geçince beyin özrü geliyor heralde. Ne biliyim.. Ben bir konuda önyargılı olmaktan pek hoşlanmam aslında ama bu konu toplum tarafından çok fazla vurgulandığı için küçüklüğümden beri deli damarım atık.. Küçükken çevremdeki bilmiş teyzeler, daha küçüksün düşüncen değişicek dediler tabiki kacırırlar mı? : ) Değişmedi, değişmez.. Bu evlilik kurumunun olması gerektiği yanı yuva kavramı büyürken hanım kızlarımızın beyinlerine öyle bir kodlanıyor ki, elinde barbie bebek, hadi kızım sen şimdi yuva kur , şimdi hani büyümüşsünüz de evlenmişsiniz hadi bakalım.. Kaç tane arkadaşım var buna odaklı yaşayan bilmiyorum. Sanki yaşam amacı evlilikte hobi olsun diye okul okuyor, çalışıyor. Evllenince de amaca ulaşıyor zaten her şey aydınlık, gördü yeşil ışığı tamamdır. Neyse tavrımı yeterince anlatabildiysem şu araştırmaya geçebilirim. Aslında ben burdaki evlilik oranı çok daha düşüktür diye düşünmüştüm ama nerdeyse karşılaştığım her iki insandan biri evli olunca yanıldığımı anladım. Tabi bunun sebebi büyük ihtimal Amerika'nın çok göç alan, aşırı karışık bir toplum olmasıdır. Gördüğüm insanlar sadece burda yaşıyorlardı, aslında gelenekleri başka olan başka yerlerden göçmüş kişilerdi. İşte bu yüzden araştırma ilgimi çekti.

Time ve Pew araştırma merkezinin yürütmüş olduğu  araştırmaya göre, 1960'larda %70 olan gençler arasındaki evlilik oranı şu an neredeyse %30'lara düşmüş durumda ve evlilik dışı çocuk sahibi olma oranı ise o yılların sekiz katı. Bildiğiniz üzere artık eski zamanlardaki gibi gençlerin bir ilişkiyi yürütmeleri ya da düzenli bir cinsel hayatları olması için evliliğe ihtiyaçları yok, peki o zaman bu kurumun ne özelliği var yani neden evlenmek istesinler ki? Hadi bizdeki toplumun dayatması ama burda o da yok, üstelik çoğu gencin örnek aldığı kapı gibi Angelina Jolie, Brad Pitt çifti var. Buna karşılık yazıya göre, evlilik Amerikalıların hala saygı duydukları bir kavram, çoğu en az bir defa evliliğin denemesi gerektiğine inanıyor. Sanırım bu deneme yanılma yönteminden kaynaklanan sorun şu ki, boşanma oranı Avrupa'daki bir çok ülkeden çok daha fazla. Aslında evliliği biraz kişisel koruma olarak görüyorlar yani tam tabiriyle evlilik, diğer insanlara nasıl mükemmel bir hayatınızın olduğunu gösterme yolu olarak kabul ediliyor.Tabi burdaki ayrıntı şu , iyi eğitimli insanların planları arasında evlilik kesin var diğerleri için ise elbet bir gün olur durumunda. Hmm bizden çok farklı değil sanırım.. İşte ben bu yüzden gıcığım yani hatunu eve bırak istediğini yap ya da tam tersi ama topluluk içinde evlisin ya temizsin! Neyse araştırmaya devam edelim : ) Garip bir şey daha dikkatimi çekti, eskiden insanlar kendisinden sosyal statü olarak aşağıdaki insanlarla evlenirlermiş, mesela doktorlar sekreterleriyle, şimdi ise doktorlar doktorlarla evlenmeyi tercih eder hale gelmişler yani konum yıllar gectıkce onem kazanmış. Tabi bu evlilik kavramı denilince sanırım göz ardı edilemiyecek en önemli faktör ekonomik özgürlüktür. Tıpkı ordakı gıbı burdada mutsuz evliliği olan ve para kıran hatunlar; usta  hiç devam etmeyelim tadında kalsın diyip mahkemenin yolunu tutuyorlarmış. Hatta boşanma davalarının çoğunu kadınların açtığını özellikle belirtmiş. Araştırmaya göre,  artık ilişkilerin temeli değişti ve evliliği sağlam tutmak için çiftlerin yeni davranış biçimlerini evlilik danışmanlarından öğrenmeleri gerekiyor.(Alın size yeni para kapısı!!)

Birlikte yaşama olayına gelince, 2009-2010 yılları arasında birlikte yaşama oranı %13 artmış bunun sebebi olarak da gençlerin yalnız yaşıyacak ekonomik güçleri olamaması olarak gösteriliyor, ama tabi bunu dışında da zaten bu fikir çok karşı olunan bır şey de değil, çoğunluk ekonomik gücü olsada bundan yana, sadece orandaki yükselişin bir nedeninin de bu olabiliceğini düşünüyorlar. Beraber yaşamanın evlilik üzerindeki etkisine gelince; bir süre beraber  yaşadıktan sonra evlenince, boşanma oranında herhangi değişiklik olucağına dair bir bulguya rastlanmamış yani bu ilişkinizi sağlamlaştırıp, boşanmıycağınıza dair herhangi bir garanti veremiyor maalesef.. Amerika'da durum bu yani evlilik saygı duyulsa da çok yakın durulmayan bir kavram ve sanırım ancak toplum içindeki konumunuzu birilerinin gözlerine sokma ihtiyacınız varsa gerekli görülüyor. Evlilik dışı çocuk meselesine gelirsek, bana hocam anlatmıştı, burda yalnız bir anneyim gücüm yok derseniz devlet yardımı alabiliyorsunuz. Tabi evliliğin sağladığı sigorta gibi hukuksal haklardan yararlanamıyorsunuz o ayrı. Bu arada ben, eviliğin dayatılmasına, hanım kızların bunu yapmak zorundaymış gibi büyütülmesine karşıyım yoksa kendi düşünüp taşınıp eleştirip istediği için yapana saygım var. Ayrıca bir avukat olarak bakmam gerekirse, evet biriyle beraber yaşıyacağınıza evlenin çünkü evlilik hukuksal olarak kadını koruyan bir kurumdur ve mağdur olmanızı engeller. Hatta ne diyim aklınız varsa buna duygusal olarak bakmaz ve sözleşmede yaparsınız. Dünya kötü, kendinizi önce siz korumak zorundasınız.

Friday, November 26, 2010

Black Friday nam-ı diğer kara bela..

Hiç savaşa katılmadım ama savaş böyle bir şey olsa gerek.. Uzun zamandır hiç bu kadar insanı bir arada görmemiştim. Kabile, evet doğru kelime ortak bir dili konuşan (ya da konuşamayan) bir kabilenin ortasında buldum kendimi bugün. Amerika'da Thanksgiving'den sonraki gün; Black Friday.. Adının black olmasının sebebi mağaza dışına kadar kuyruk oluşu, bir nevi kara bela. Yani ben insan canlısı olmasam bitmişim, günü tamamladım ve bir polish,bir ispanyol birde zenci sanırım African American arkadaşım oldu.. Okudukları okullardan hobilerine, gördükleri sivilce tedavilerine kadar bir sürü şey öğrendim. 2 saat ve daha fazla bir sırada arka arakaya bekleyince, tanıştığınız insanla o esnada evlenip yuva bile kurabilirsiniz. Anlamadığım, normalde dolarların havada uçuştuğu bir mağazada nasıl %70 indirim yapıp hala kar ediyorsunuz aa ınsanlar. İşte bugün tekrar anladım, bu marka işlerini bırakıyorum. Kim bilir neye mal edip neye satıyorlar, bu düpedüz saçmalık. Bundan sonra sade bir yaşamı tercih edicem, özüme dönüyorum. En son nikon ve gayette iyi bir makineyi 100 dolara görünce kan beynime sıçradı! Ben yıllar önce Olympus'u 600 liraya almıştım! bu ne sacmalık yahu..

Neyse diyeceğim o ki zaten geçmişte insanlar bu günde ezilerek can vermişler. Düşünsenize bizde böyle bir gün oldugunu : ) Cam çerceve ıner, yagma gırla gider. Acı ama gerçek, maalesef bu böyle.. İlk defa ben saat 9'da bir alışveriş merkezine girdiğimde otoparkta binlerce araba vardı çünkü store'lar dün gece 12'de acıldı. Ben daha öncede black friday'de burdaydım ama hiç böyle kahramanlık yapıp bir yere dalmamıştım.Gün sonunda bayılmak üzereydim ama yinede uzun zamandır peşinde olduğum şeyleri daha ucuza almayı başardım : ) Bu günün adının neden black friday olduğuna ilişkin çeşitli hikayeler okudum ama tek bir sebebi yokmuş anladığım kadarıyla, daha da doğrusu rivayet çoğu.. Kimisi bugünün çalışanlara black olduğunu söylüyor yani kasiyerler, mağaza çalışanlarına.. Çalışmak zorundalar ya ondan. Bugünün en önemli özelliği ''Christmas Shopping'' zamanının başlangıcı olması. Açıkçası ben başkada bir neden göremedim.. Maksat parekendeciler bayram etsin, ekonomi canlansın falandı filandı.. Bunlar boş işler ey insanlar! bir daha bu aktiviteye katılmak isteyceğimi sanmıyorum. Belki elektronik almak mantıklı olabilir yani bazen gerçekten laptopları bedava veriyorlar. Saçma ama gercek!Tüketmek güzel şey tabi, insanız tutkularımız var sahip olduklarımıza ilgimiz var, sahip olma  hevesimiz var bütün bunları kabul etmeme rağmen sanırım bundan sonra daha az tüketimden yana olucam. İnsanları doyurmak daha güzel olsa gerek..Manevi şeylerde daha fazla gözüm olduğunu farkettim ya da büyüyorum diyelim.. Her gördüğümü istemek ve elde etmek çocukluğumda kalsın.

Tüketim zehirlenmesi geçirmişim değil mi? : ) Maneviyata doğru ilerleyip, ışığa doğru yükseldiğime göre bunun başka açıklaması olamaz. Sadece bir yığın insanı bir arada bir şeyler almaya çalışırken görünce, dur bir dakıka dedım ya, bu dünyada çok aç insan var siz ne yapıyorsunuz? Onların hepsine ihtiyacınız mı var? Anlıycağınız kafam karıştı.. Zaten eskiden beri maddiyata önem veren biri olmadım hiç. Bir şey gerekiyorsa alırım gerekmiyorsa almam. Marka olayıyla hıç ilgim yok, doğru dürüst anlamam bile.. yani hangi modacı ne kolesiyonu çıkartmış bilemedim hiç.. Zaten söyledim ya isim hafızam da yok, ögrensem bile çok kısa sürüyor unutmam. Haha magazin bile okumam. Ot gibi yaşıyorum anlycağınız, tabi yaşıtlarım cici, barbie bebekleriyle oynayan hatunlarla kıyaslarsanız. Napiyim ilgi alanı işte boş geliyor bana, arada deniyorum ama üzerime yakışmıyor o kimlik ondan fazla tutmuyorum. Bir de en çok neyi garipsiyorum biliyor musunuz? Tabiki biliyorsunuz, söyledim ya.. Şu ego olayını.. Ben hep özel okulda okuduğum için etrafımdaki daha kişilikleri bile oluşmamış gençler sürekli birbirlerini giydikleri markalarla ezmeye çalışıyorlardı.Onları izleyerek büyüdüm gerçekten. Böylece ne yapmamam gerektiğini öğrendim. Yeni ve daha yukardakı bır marka alt ve orta kesime indıkce üst tabakanın sürekli başkasında olmayanı almak istemesi durumu yani yeni kimsenin giymediği bir markaya yönelmesi, bildiğiniz işleyen düzen işte bu gençlerinki. Aileleri zaten dünyadan bir haber, iki kelime ettiklerine bile şüpheliyim, onlara sorun cıkarmasınlarda para akıtmak dert değil. Böylece o çocukların kişilikleri her hangi bir bilinç düzeyine erişemeden dağılıyor, etrafa boş boş bakıyorlar büyüdüklerinde, karşındaki insana insan olduğu için değil bilmem ne kadar parası olduğu için katlanıyorlar  çünkü onlara o öğretiliyor. Neyse konuyu dağıttım, sadece sizede bu yaşadığımız dünyada bir saçmalık varmış gibi gelmiyor mu? Siz birbirinizle yarışıyorsunuz birileri zenginliğine zenginlik katıyor...

Bu arada konuyla ilgisiz ama  çok saçma bir şey dikkatimi çekti, aşktan bahsettiğim daha doğrusu bahsedemediğim yazının oluşma tarihi 19:19 : ) Halbuki ben bu inanışa bir tarafımla gülüyorum işte tam da bu yüzden bunu kozmik sakacılar denk getirmiştir. Digital saatlerin sahalarda boy göstermesiyle hanım kızlarımızın uydurduğu bu saçmalığı ben biraz kendime benzettim ki her gördüğümde gülümsiyim. Neye mi inanıyorum? Ne zaman görsem heeeh sevdiğim adam arkamdan sövüyor diyorum : ) ya da birileri bana saydırıyor.. Az tüketin çok üretin ey insanlar.. O aldıklarınızı sırhat köprüsünde ağırlık yapıyor diye diğer tarafa kabul etmiyorlarmış : )


Thursday, November 25, 2010

Bir sanat olmam gerekse fotoğraf olurdum ben..

Ben bir sanat olmam gerekse kesin fotoğraf olurdum. Bu merakımın da nasıl oluştuğunu hatırlamıyorum açıkçası, hatırladığım tek şey, çok küçük yaşımdan beri uçan kuşun, yüzen ördeğin fotoğrafını çekicem diye koşturduğum. Elimde o kadar çok fotoğraf var ki deste deste kuş fotoğrafı.. Gülmeyin zamanla ustalaştım, şimdi uçan martı fotoğrafını çekmediğimde laf sayıyor beni bu aralar ihmal ettin diye..Baksanıza yandaki martının artisliğine : )  Önceleri teknoloji çok gerilerde olduğundan şu an antika kabul edilebilicek bir makinem vardı ve harikalar yaratamıyordum tahmin edersinizki.. Yıllarca pederin kafasını ütüledim profesyonel makine istiyorum diye ve 18. yaş günümde ilk nikonum avuçlarıma kondu. Makine geldi iyiydi de ben kullanmayı bilmiyordum üstelik hukuk fakültesindeydim, zaten nefes alıcak zamanı zor buluyorum fotograf egitimi nasıl alıcaktım kı? Mecburen bir süre beklettim kendisini iki yıla yakın mışıl mışıl uyumak zorunda kaldı çünkü otomatikte cekmek istemıyordum ben bu oyuncağı  kullanmak istiyordum. Evet yaklaşık iki yıl sonra eğitimini alıcak fırsat buldum. Makinemizi tanıyalım, fotoğraf terimleri, dar acı, geniş açı, balık gözü, asa/ıso, diyafram, enstantene.. bir sürü şeyi öğrendim. Tabi bu konuda kendimi geliştirmemde benim gibi hatta benden daha cok ve daha profesyonelce ilgilenen bir arkadaşıma borçluyum.Böylece fotoğraf sevdasına önce sultanahmet semalarında sonrada şehrin çeşitli yerlerinde fotoğraf çekmekle başladık. Hala öğrenme aşamasında olduğumdan çektiklerim şimdilik  sadece evimde duvarları süslüyor. İlerde bir şeyler yapar mısın derseniz, eğer kendimi yeterince yetkin görürsem neden olmasın.

Aslında ben sevdiğim bir şeyler mesleğim olsun istedim hep ama sonra düşündüm yani kaç tane fotoğraf sanatçısı ne kadar ayakta durabiliyorki yani ne kadar yapabiliyor bu işi meslek olarak? Vazgeçtim.. Hem zaten ben bir işi en çok eğlencesine hobi olarak yaparken zevk alıyorum. Karşılığında para alırken bir şeylere zorlanıcaksam bütün motivasyonum çöküyor. Fotoğraf çekmek canın istediği zaman yapılabilicek bir şey, zorla olmuyor. Aslında bu her şey için böyle.. Bu gerçekten zevk alarak yaptığım fotoğraf çekme olayı, üzerinde bilgisayar ortamında müdahale etmeyi öğrendiğimde yani yamak grafiker olunca daha bir eğlenceli hale geldi. Şimdilerde  bir gün fotoğraf çekmeye çıkıyorum bir hafta çektiklerimi evirip çeviriyorum. Bu iş o kadar zevkli ki bilgisayarın başından kalkmak hiç istemiyorsunuz. Yapmak istediğim asıl şey konsept fotoğraflar çekip baştan sona öykü anlatmak. Bu konuda kafamda ilginç düşünceler var, çok fantastik işler çıkartıcam ama daha zamanım var. Biri harikasın dediğinde hayır değilim diyorum bu da demek oluyorki daha tamam bu iş demekten çok uzağım. Ne zaman ara cafe'ye gitsek mutlaka muhteşem Ara Güler fotoğraflarından olan servisleri çalıyorum : ) Bunun yanında maalesef bu işle uğraşan çok sanatçı tanımıyorum aslında bu her alanda benım en çok yakındığım bir konu. Sayısız sergiye gidiyorum, bütün sanat dallarıyla tek tek ilgileniyorum ama isim hafızam sıfır. Hep ben bunu bir yerden tanıyorum ama nerden.. Halbuki kaç kere görmüşümdür, üzerine konuşmuşuzdur yinede nafile isim konusunda inanılmaz zayıf bir beynim var. Amerikaya geldiğimden beridir tabiki durmadan makinem elimde dağ, tepe, bayır dolaşlıyorum. Güzel fotoğraflar, güzel öyküler çıkıyor. Asıl son zamanlardaki merakım ı phone'la çekim yapmak. Son i phone bu konuda gerçekten iyi, makinemi aratmıyor desem yeri. Mesela bu sağdaki  fotoğraf i phone'la çekildi. Tabi sonra photoshopta işlem gördü ama geçen hafta yüklediğim art studio da ps'i aratmıycak özellikler barındırıyor bilginize.

Anı dondurmak gerçekten sihir yapmak gibi, büyülü sanki.. İnsanın uğraştıkça uğraşası geliyor ama ben,çektiğim fotoğrafların öyküsü olması gerektiğine inanırım. Mesela bu Brooklyn Bridge ve benim şimdiye kadar gördüğüm en hüzünlü köprü.. Ondan siyah beyaz. Bence fotoğraf sanatının kendisi hüzünlü tabi insan fotoğrafı çekmek değil bahsettiğim.. Genelde fotoğraflarımda siyah beyaz ya da sepya kullanırım. Ruhum o kadar renkli ki, bedenimle karışmasınlar diye siyah giyiyorum normalde de zaten. Bakın bu soldaki fotoğrafta Bronx'tan.. ip bir şey gördüm geçen gün, Manathan'dan bindiğim metro Bronx'ta trene dönüştü yani yer yüzüne çıktı. Ben tüm NY yer altında sanıyordum. Eh bu kadar hüzünlü bir manzarayı kaçıramazdım, en güzel yerinden baktım ve anı dondurdum. Bakmak ve görmek arasındaki büyük fark. Fotoğraf çekebilen insanlar görmeyi bilen insanlardır, yürekleri büyüktür, bir gözde gerçekten içerde bulunur. Bir elma sadece elmadır birine, başkasına ise sapından mucizeler yaratılabilicek bir obje. Bu arada Bronx dökülüyor, binaları, sokakları.. Pek gelişmemiş hatta yolunuz buraya düşerse size uyarı ,yoldan taksiye binmeyin çeşitli emelleri varmış duyduğuma göre taksi şöförlerinin..

İşte benim fotoğraf sanatıyla seviyeli ilişkim böyle yürüyor. Dağ tepe dolaşıp fotoğraf çektiğimiz canım ciğerim arkadasım sabırsızlıkla dönmemi bekliyor. Bir gün fotoğraf çekerek dünyayı kurtarmıycaz belki ama kendimizi bu işi yaptıkça çok mutlu hissedicez. Sevgili profesörüm sözüm sana, saygılaR..

Wednesday, November 24, 2010

Tesadüf kader çelişkisi içinde melekler

İşte geldik hayatım boyunca anlatmaktan en çok zevk aldığım konuya.. Tesadüf kader çelişkisi.. Hayatta ne tuaf tesadüfler oluyor değil mi? Sokak ortasında keşfedilen hatunlar,sevdiğiniz adamla saçma yerlerde karşılaşmalar, hiç istemediğiniz birinin gittiğiniz yerde ''tesadüfen bulunması'' gibi şeyler nasıl oluyor da başımıza geliyor. Siz daha uyuyun akıllım!! Tesadüf denilen bir şey yoktur her şey kasıtlı olarak pazıl parcalarını birleştirir gibi Tanrı tarafından hayatımıza yerleştirilmiştir. Hemde o kadar mükemmel bir şekilde yapılmıştır ki biz bu hikayeleri seneler geçtikten sonra bir mucize edasıyla anlatmaya koyuluruz.. Ben ne zaman bir insanın ağzından; ah şu tesadüfe bakın ki o da ordaymış gibi bir cümle duysam gülmeye başlarım, bu elimde değil. İçimden fısıldamak gelir hep, başını yukarı kaldır kadın biri seninle kafa yapıyor!!

Her insan kendine başka türlü bir inanç sistemi oluşturmuştur. Ben kimsenin dinine karışmam Tanrıyla aram mükemmel yani şimdilik iyi anlaşıyoruz diyebilirim. Aslında benim asıl samimi olduğum varlıklar meleklerdir. Varlıklarına, hayatın içinde yaşadığımız nefes aldığımız her alanda var olduklarına ve bize yardım etmek için ellerinden geleni yaptıklarına inanırım hep. Bu konuda favori kitabım ''Işık Habercileri'' Bu kitap bütün melekleri isimleriyle ne iş gördükleriyle ilgili tek tek bilgi içeriyor ve benimde baş ucu kitabım gibi bir şeydir. Melekler gerçekten biz insanların emirlerini yerine getirmek için el pençe divan dururlar. Tek yapmanız gereken nasıl isteyceğinizi bilmektir. Beni en çok eğlendiren melek türü ise; kozmik şakacılardır. Bu melekler sizi her seferinde oyuna getirmek için fırsat kollarlar. Hayatınızda karşılaştığınız komik tesadüfleri onlara borçlusunuz. Mutlaka hepimiz duymuş veya yaşamışızdır Ermeni damat istemeyen bir kadının kızının tam annesinin istemediği gibi bir adamla kaçtığını ya da hayattaki en büyük korkusunun asonsörde kalmak olan birinin sık sık asansörde kaldığını.. Bunların hepsi tezgahh uyanın eyy insanlar, meleklerin oyununa geliyorsunuz! Bu konuda yapabileceğiniz tek şey hiç bir şey hakkında büyük konuşmadan ya da hiç bir şeyden takıntı derecesınde korkmadan yaşamaktır. Hani büyük konuşma başına gelir der ya büyüklerimiz, işte ondandır bu.. Büyük konuştuğunuz anda yanınızda bir kozmik şakacı beliriverir ve size hayatınızın tezgahını kurmaya başlar. Aslında ne olursa olsun düşüncelerimize ve ağzımızdan çıkan kelimelere her zaman dikkat etmekte fayda var. Düşünce gerçekten çok büyük bir enerji alanına sahip ve bazen kendimize kendi aklımızla kötü şeyler yapabiliriz. Tavsiyem istemediğiniz şeylere sakın yoğunlaşmayın başınıza iş açarsınız.

Ben ne zaman keşke şunu görmesem desem elimle koymuş gibi bulurum. Ya da tam tersi bazen iyi meleklerim çalışır ve sevmediğim insanlar hayatımdan kayboluverir. Daha geçen hafta olur ya okulda birini sevmedim ama aynı ortamdayız ama sevmedim keşke olmasa dedim bir kaç kez.. Artık okula  gelmiyor : ) Aslında kötülüğünü istememiştim, hastalanmış üzüldüm de ama oldu işte ve emin olun bu tesadüf falan değil ben böyle şeyler çok yaptım. Çok inanıyorum belkide ondan.. Konu melekler değil kader olucaktı ama melekler kaderimizin o kadar büyük parçası ki önce bunu anlatmak zorundaydım. Kadere gelince, evet biliyorum buna inanmayan benim çok kaderci olduğumu düşünen çok insan var ama gerçekten bir şey Tanrı'nın elleriyle sizin hayatınıza yazılmamışsa onun olması nerdeyse imkansız, siz istediğiniz kadar çabalayın.. Olucağıda varsa ne kadar ertelenirse ertelensin olmak zorundaysa da aksini yapamazsınız. Şansın adı sadece kaderdir.. Siz çabalayın ama olmadığında lanet etmeyin kader diyin. Emin olunki size daha çok yakışan bir işiniz olucaktır sadece Tanrı birazcık burnunuz sürtsün istemiştir. Bunu sınav gibi düşünürüm ben hep ne kadar güçlü olursanız ödülünüz o kadar büyük olur. Ben bu konuyu çok seviyorum ve eminim ki bundan sonrada hep bahsedicem.. Dedim ya Tanrıyla aram iyi dinlerle kötü maalesef..

Tuesday, November 23, 2010

Siniri alınmış insanlar

İnsanlar sinirli, insanlar kızgın.. Burda değil, orda.. İki ülke arasındaki büyük farklardan biri.. Orda şişirilmiş egolar, saldırgan tavırlar, kırılan kalpler var burda ise egodan yoksun sadece eğlenmek ve mutlu olmak için yapılan hareketler.. Çok mu mutlular markette çalışanlar ya da sokakları süpüren yaşlı amcalar.. Yaşılıktan elleri titreyen yer göstericiler.. Çok mu mutlular ya da hiç mi sorun yok hayatlarında ki böyle bir gülümsemeyle karşılıyorlar her geleni. Biliyor musunuz, hiç sanmıyorum.. Sadece onların daha iyi bir marka giymek son model bir telefon kullanmak ve başkalarına kendilerini ispatlamak gibi bir hedefleri yok. Cumartesi geceleri bir gece klubünde boy göstermek zorunda hissetmiyorlar kendilerini ailecek oturup taklit yapıp birbirlerine gülebiliyorlar.. Dalga geçebiliyorlar, bunu kaldırabiliyorlar.. Orda ne mi oluyor? Kim ne giymiş, kim kiminle berabermiş, kimin sevgilisi kimi dövmüş, yani nerde ne oluyor? Bunlar o kadar önemli ki yani kendimizi iyi göstermeliyiz ki elalem bir şey demesin. Peki ben bilmiş bilmiş konuşuyorum da ben umursuyor muyum etrafımı? Söyledim ya ben deliyim istediğimi yaparım kimseyi düşünmem. Hiç dışarı çıkmasam da makyaj yaparım.. Ben her şeyi kendimi iyi hissetmek için yaparım..  Tamam, benimki de fazla ben merkezci bir yaşam tarzı, eleştirinin en ağırı her zaman kendimize.. Boynumuz önce kendimizin önünde bükük.. Benim vicdanım en büyük öğretmenim..

Yinede bu başkaları için yaşamı, bu sinir harbini anlamlandıramadım şu kısacık hayatımda.. ''Sen benim kim olduğumu biliyor musun?'' cümlesinden tiksindim ömrüm boyunca.. Az önce biriyle bir şeyden bahsettik, bizde yolda biri birine yol verirse kornayla teşekkür eder burdaysa yol verirsin ve o kadar.. Bilin bakalım hangisi kibarlık? Cevap veriyorum onlarınki.. Neden mi? Çünkü biz yol verdiğimizde bunu lutuf olarak görürüz ve bak sana yol verdim ben büyüğüm nihahaha deriz ve teşekkür isteriz ve ederiz.. Onlar için ise bu normal bir şey, teşekkür edilmesi gereken bir şey bile  değil.. Bu trafik hikayesinde asıl benim başka bir hayalim var.Biz toplum olarak sinir harbiyle inanılmaz bir egoyla yaşıyoruz ya.İşte diyorum ki yollarda her şey komik olsaydı. Hayal canım bu hemen tepki göstermeyin.. Mesela tek yön yerine: ''girişin olsun da çıkışın olmasın'' yazsa ya da u dönüşünde: ''dön baba dönelim'' Yol çalışması var mesela bir yerde ve girişinde şöyle bir yazı; ''ortada kuyu var yandan geç'' : ) Hayal dedim ya böyle oklarda zikzak olsaydı.. Her şey komik olsaydı tabi bütün insanlığın bunu anlıycak aynı zeka düzeyine sahip olduğunu düşünüyorum. Biz her trafik sıkıştığında sinirlenmek yerine oklarda yazanlara gülseydik. Tüm insanlık harikalar diyarında, hepimizde son model pembe camlı gözlükler ama marka : ) Bilmem bence insanlar daha sakin bireyler haline gelebilirdi. Böylece ortak yaşam alanlarımızda daha az sen benim kim olduğumu biliyor musun bakışı hissederdik üzerimizde.. Hepimiz Tanrının kullarıyız ne bir kulağımız fazla ne bir gözümüz..

Monday, November 22, 2010

USA'de yemek yemek..

Daha öncede bahsettiğim gibi burda yemek inanılmaz bir görsellikte sunuluyor ve nerdeyse bir pazarlama öğesi olarak kabul ediliyor. Gördüğünüz muamele gerçekten Amerika'da olduğunuzu hissettiriyor. En basit restorantta bile ilk içeri girdiğinizde sizi üzerinde menülerin bulunduğu bir düzenek ve başında elinde kalem olan bir garson karşılıyor. Tabi mekana göre bu kişi pr'da olabilir. Eğer içerde yer yoksa isminiz alınıyor ve size ne kadar beklemeniz gerektiği söyleniyor. Hayır bu nadir karşılaşılan bir durum değil. İlla rush hour dedikleri zaman olmasına gerek yok, normal zamanlarda da sıra beklemeniz gerekebiliyor. İçerde yer varsa önce kaç kişi olduğunuzu sorup sonra bir garson eşliğinde masanıza uğurlanıyorsunuz. Daha show bitmedi.. Masanıza bir kaç saniye içinde bu gece size hizmet edeceğini söyleyen bir garson geliyor, kendini tanıtıyor yemek öncesi allahseen bir şey iç diye bir süre ısrar ediyor : ) Ben bu aşamada genelde; gerçekten sadece bir şeyler yiycem hadi canım hadi canım diye başımdan atma yolunu seçiyorum. Sonra sizi bir süre rahat bırakıyor ki ne yiyeceğinize karar verin. Sevimli bir yüzle geri döndüğünde siz ona  siparişi verirken o da size  yemeği dar etmek için elinden geleni yapıyor.

-Yağsız et tamam.. Nasıl pişsin? Salata nasıl olsun? Sosu neli olsun? Başlangıç istemediğinize emin misiniz? Siz nerde oturuyorsunuz?

*Ben zaten o esnada keşke gelmeseydim diye düşünmeye başlıyorum çünkü sorgu biticek gibi gelmiyor. En son lütfen başka soru sormayın diyip birazda hatun sevimliliği kullanarak olayı çözüyorum.

Yemek geldikten ve siz yemeğe başladıktan sonra tekrar garson azapları başlıyor. Ağzım doluken tepeme dikilip, her şey nasıl gidiyor diye soruyor..

Nasıl gitsin, yemek yiyorum bende işte.. Arkadaşım ülkeyi kurtarmıyorum, yaptığım basit bir işlem, ağzıma götürüyorum,çiğniyorum, yutuyorum.. ben bunu çok uzun zamandır yapıyorum. Yok ama ikna olcak gibi değil, o yemek bitene kadar üç kere başınıza gelmezse rahat edemiyor. Sonunda hesabı istiyorum bu sefer de tatlı yediricek o fasıl başlıyor, kaç kere ben şeker hastasıyım demek zorunda kaldım ve içimden de tekrarladım; bre kalpsiz adam, zaten yiyemiyorum bir de burnuma sokuyorsun.. bas git.. Sevimli bir gülümsemeyle sürekli bir enjooooy!! ulan bas git sen enjoy!! : )

Bu ülkede yemek konusunda sanırım en sevdiğim şey istediğim kadar ıstakoz, karides,yengeç gibi balık türlerini yiyebiliyor olmam. Yani bizde balık bir seremoni ister ne biliyim sofra ağır kurulur, çıtır çerez değildir. Burda nerdeyse her gün ıstakoz, karidese sarılmış alabalık falan yiyorum. Eskiden bu kadar sevmezdim bile balığı. Sanki cips yer gibi sokakta dolaşırken kese kağıdında karides yemek inanılmaz bir şey. İsteseler çok sağlıklı olabilirler, boğazlarını tutup ağır şeyler yemeden durabilseler ama nerde onlarda o kafa, bir Türk pratikliği..


Sevmedikleri kendi hayatları, sen üzerine alınma..

Pazartesi.. hayatım boyunca en sevdiğim gün oldu..

Bence sevdiğimiz şeyler hayatımızdaki güzelliklerle doğru orantılı. Etrafım pazartesiye küfreden insanlarla dolu, bir tutturmuşlar pazartesi sendromudur gidiyor.. Halbuki pazarteside diğer günler kadar masum.. Yazık, yavrumun yemediği laf kalmadı asırlardır. Kımse ona sormadı kı, haftaya seninle başlayalım mı diye. Gariban, bir kere daha üzüldüm şimdi bak.

Ne diyordum, heeeh bu sendrom falan bu işler insanın hayatı sevmesiyle ilgili.. Sendromu yaratan pazartesi değil, bizleriz. Ülkenin hemen hemen hepsi, şanslı azınlık hariç, bulduğu işte çalışıyor sevdiği işte değil ya da üniversitede puanının tuttuğu bölümü okuyor, sevdiği bölümü değil. Aslında insanlığının çoğunun gençlik döneminde ne ne yapmak istediğinden haberi var ne de ne okumak istediğinden. Bir şeyler dayatılıyor birileri tarafından onlarda kuzu kuzu kabul ediyorlar. Çoğunluğun paraya ihtiyacı var, çalışmaya ihtiyacı var. Tabi şu baba parasıyla alınmıs son model jıplerle okula gidenleri ayrı tutuyorum malum onların bu dünyada yaşadıkları bile belirsiz.

Her sabah uyandığında ben yine okula gidiyorum, ben yine işe mi gidiyorum diye nerdeyse geri geri gidiyor çoğunluğun ayakları. Yanliş anlamayın kimseyi yargılamak değil tabiki amacım.. Keşke bu kadar paraya ihtiyacımız olmasa da biraz daha özgür yapabilsek seçimlerimizi. O zaman ne sendrom kalırdı ne yaşama sevincimizi kaybederdik. Koşarak gittiğimiz okullarımız, işlerimiz olurdu ve muhtemelende su an yakaladığımız başarının çok fazlasını yakalardık. Hala geç kalmış sayılmayız aslında.. Ben sevmediğim bir şey yaptığımda kendime orda tutunucak bir şey bulurum.. Bir şeyi severim ve onu görmek için giderim işe.. Ya da yolda harika kahve satan bir yer keşfederim ve her sabah ordan kahve alıcak olmanın sevinciyle kandırırım kendimi. Hiç bir şey bulamazsam sevdiğim birine mail atarım işe varır varmaz.. Hayatta var olmak için yapmamız gereken şey tutunacak bir şeyler bulmaktır.. Pazartesiye sürekli sövmemizin bizi daha mutlu bir insan haline getirdiğini sanmıyorum.. Rahat bırakın onu, sonra bana gelip şikayet ediyor..

-Pazartesi: Beni sevmiyoorlaaaaR kii...

*Sevmedikleri kendi hayatları, sen üzerine alınma..

Sunday, November 21, 2010

Olmak mı, sahip olmak mı?


Az önce Okan Bayülgeni seyrettim. ''Kral Çıplak''... Okan Bayülgen bence türünün son ve benzersiz bir örneği. Bir çok insanın onun çok saygısız olduğunu düşündüğünü biliyorum. Aslında seveninden çok söveni varmış gibi geliyor bana. Yinede ben çok nadir insanların zekalarının gözle görülür olduğunu düşünürüm. Okan Bayülgen'de onlardan biri. Hayat hikayesini okuyunca aslında bunun neden ileri geldiğini anlamak güç değil. Kendini o kadar güzel bir şekilde geliştirmiş ki..Zamanla inanılmaz bir donanıma sahip olmuş. Ben bundan sonra onun kadar yönettiği programa hakim olabilicek bir televizyoncu yetişebileceğini sanmıyorum. Aslında bu şekilde yaptığı işte gerçekten iyi ve usta olan insanların, bu işi gerçekten yapmak isteyen gençleri yetiştirmeleri gerektiğine inanıyorum. Bazıları bunu egosundan dolayı, aman kimse benim önüme geçmesin diye yapmıyor bazılarıysa uğraşmak istemiyor. Yinede ben biliyorum ki bir çok hevesli çocuk bu işi layıkıyla yapmak istiyor ama yolunu bulamıyor.


Konuyu toparlamam gerekirse yaptığı işte bu kadar usta olan Okan Bayülgen'i gerçekten bu kadar kaliteli bir beyine sahip olduğu için kıskanıyorum. Bu akşam Kral Çıplak'ta konuğu Levent Yüksel di. Herkesin bildiği gibi, en azından takip edenlerin, Levent Yüksel, mütevazi bir hayatı tercih etmiş yaptığı her şeyi büyük hayranlıkla takip ettiğim, sanatçı kelimesinin daha doğrusu kavramının yakıştığı yegane insanlardandır. Programda da bu tavrını yine dibine kadar hissettirdi. Acaba bir insana zerafet dışında ne bu kadar çok yakışabilir merak ediyorum. Okan Bayülgen bir soru sorarken güzel bir hikayeyi de sorusuna iliştirdi. Bazen cevaplardan çok sorular fetheder beni, zekice ve incelikli.. Soru şuydu; olmak mı? sahip olmak mı?


Ne kadar basit duruyor değil mi? Hayatta ne önemlidir bizim için, ne olduğumuz mu, sahip olduklarımız mı? Hangisi daha değerlidir ve bu hayattan göçerken aklımıza gelicek ilk şeydir? Benim cevabım, ne olduğumdur. Sanırım şimdiye kadar ve bundan sonra da hayatımda değerli olucak tek şey, benim ne olduğum kendimi ne hale getirebildiğimdir. Varsın sahip olduklarımı konuşmasınlar.. Çok seyim de olmasın zaten.. Benim tutkularım olsun beni geliştiren, iyleştiren, hayata tutunmamı sağlayan.. Son model bir arabam olmasın ama bir şeyi fazla biliyim.. Ben konuştuğumda olduğum şeye saygı duysunlar, cebimdeki paraya değil.. Yaşadığımız dünya için çok mu şey istiyorum?Evet biliyorum, para yaşamak için gerekli, olmak zorunda. Hiç olmaması değil zaten bahsettiğim. Sadece insanları başıma toplıycak etken o olmasın isterim. Aynı şekilde bir sanatçının da değerli olan şeyi aldığı evler, arabalar olmasında yaptığı müzik olsun.. Kaç kişinin elinden tuttuğu, yetiştirdiği kalsın geriye..

Deliyim ben deliyim..

Karar vermek çok zor değil mi? Bazen kara kara düşünüyorum acaba bana mı öyle geliyor diye. Her yol ayrımında önce mutlaka yanlış olanı seçiyorum ya da macera peşindeyim de diyebiliriz. Ben daha çok eğlenceli bir insan olduğumu savınıyorum, çevremdekiler ise deli olduğumu.. Onların bana deli demesi bana inanılmaz bir özgürlük kazandırdı aslında. Ölümüne saçmalasamda, kimse tuaf tuaf bakmıyor.

-Delisin kızım sen gerçekten bak!

* Biliyoorumda neden sürekli tekrarlıyorsun..

Buraya ilk geldiğimde bir arkadaşım, You are a kind of weird  dedi. Ajansa girdiğimde ilk zamanlarda şöyle cümleler duydum:''Seni ilk gördüğümde garip biri olduğunu anlamıştım'' İşte o zaman artık bende anladım.. Ben garibim, deliyim ya da ne yakıştırıyorlarsa.. Öyle olmak beni daha eğlenceli bir hale getiriyor, hayatla daha çok dalga geçebiliyorum böylece. Hiç bir zaman, aaaa lütfeen bak darırılıırrrım demedim : ) Deliysen delisindir nesini reddediyorsunki.. Zaten şu alınma olayına ..baştan beri gıcık olurum.. Birde böyle küsüp açıklama yapmayan cinsler vardır:

-Selin ne oldu?

*Anladın sen anladın.. biliyorsun sen..

Ulaan neyi anladım neyi biliyoorum ermiş miyim ben nasıl biliyim? Bunların hepsinin bir çeşit kapris ya da iletişim sorunu olduğunu düşündüm hep. Öyle erkekler var değil mi? Pardon %90'lık bir oran zaten cümlelerle iletişim kuramıyor.

-Aşkım senın neden yüzün asık?

*cevap: mideden gelen bir homurtu..

Bir süre sonra dökülür. Bazı şeyleri kelimelerle ifade etmek gerektiğine inanmıyorum hayatım ..

Kıçını dönüp yatınca, seni sevmiyorum.. El kaldırınca nefret ediyor demek oluyor. Hayvanız ya biz diğer insanlar, anlam çıkartıyoruz hareketlerden.. Neyse bu iletişimsizlik konusuna ileri derecede takıntılıyım ben. Benim için iletişim çok önemli. ve sanırım birazda bu yüzden iletişim üzerine yüksek yaptım. Gençken başladığım kişisel gelişim kitaplarına olgunluk dönemimde Osho'yla devam ettim. Hala da okuyorum, kendini geliştirmenin ucu bucağı olduğunu düşünmüyorum. Keşke bütün gençler, okul bitirip iş bulduktan sonra köşeye çekilmeselerde sürekli beyinlerini bir üst seviyeye çıkarıcak şeyler yapsalar. Kendimizi her gün baştan yaratabiliriz aslında. Uzmanlığımız olduktan sonra baska konularda da uzmanlaşabiliriz. Dedim ya ben biraz deliyim söyledikleri gibi, her şeyi öğrenirdim zamanım yetse.. Karşımdakine, arkadaşlarıma her zaman çok değer veirirm ve bu değeri yitirmemek içinde çok samimi olmam gerekirse. Sanırım çok içli dışlı ilişki tarzlarından hoşlanmıyorum ama bu benim hayattaki tüm ilişkilerimi sağlam tutmamı sağlıyor. Kimseye arkamı dönüp sen anlarsın demedim, derdim varsa yüzüne söyledim. Çünkü dünyanın en iğrenç pisliği bile karşınızdakini aptal yerine koymaktan kötü değildir.


Hamburger kalorisi düşüren marifetli sebzeler

Beslenmek gerçekten yaşamımızı devam ettirmek için çok önemli bir faktör. You are what you eat (ne yiyorsanız o sunuz) durumuna ben çok inanıyorum. Yaşlılıkta karşılaşılan bütün sorunları, hayatımız boyunca yediklerimiz yaratır aslında. Bedenimize ne kadar kötü davrandıysak o kadar büyük olur cezamız. Tabi genetikten gelen büyük hastalıklardan bahsetmiyorum, sigara içmek, aşırı yağlı yemek, hareket etmemek gibi şeyler bahsettiklerim. Yazılarımın başından beri söylediğim gibi, ben New York'da yaşıyorum ve burda yani Amerika'da yemek ve türevleri ayrı bir sektör bunun tam karşısında zayıflamanızı sağlıycak materyalleri satmak ayrı bir sektörü oluşturuyor. Yani önce her şeyi inanılmaz şekilde göstererek kalbinizi fethediyorlar sonrada aldığınız kilolardan kurtarmak için binbir ilaç satıyorlar ve her iki tarafta da he madden hem bedenen hemde  ruhen  kazıklanan siz oluyorsunuz. İnanılmaz bir pazarlama stratejisi,  reklamlar, promosyonlar her şey mükemmel bir zincirle birbirine bağlanmış. Çok uyanık geçinenlere bile bir yerlerden geçiriyorlar. Her şey yemek üzerine kurulu ve bu harika bir şekilde kullanılıyor. Ben bile sağlığım dolayısıyla sadece belli şeyleri yiyebiliyor ve alabiliyor olmama rağmen markette saatler harcıyorum. Görsellik her yerde ön planda. Hiç bir şeyi silik yapmıyorlar. Doğumgünleri, halloween, thanksgiving, christmas.. Hepsinde ayrı bir promosyon, hepsinde ayrı yemekler organize ediliyor. Halloween'de pumpkin kekler, pumpkin kahveler.. Christmas'da bütün ambalajların şeklini şemalini değiştirmeler. Yani anlıycağınız ciğerleri pazarlama..

Tabi bu göz boyamasına yenik düşen zavallı insanlar da 300 kilo olup sokaklarda hala ellerinde hamburgerle dolaşabiliyorlar. Şimdi bununla ilgili okuduğum bir yazıyı paylaşmak istiyorum. Aslında zeki geçiniyorlar ama gerçekten akıl fakirleri.. Okuduğum yazıda şöyle diyordu; bu zeki ve yemek meraklısı insanlar bir yemeğin yanında zararsız bir şey yediklerinde bunun o zararlı yiyeceğini kalorisini düşürdüğünü sanıyorlarmış.. Yani başlık aynen şu, '' Health ''Halos'' Con Calorie Counters'' Yani üç katlı ağız sulandırıcı bir hamburgerin yanında bir kaç parça sebze eklerseniz, bu sebzelerin hamburgerin kalorisini düşürdüğüne inanıyorlarmıs. Yazının yazarı; Steve Mirsky'de bunu eleştirmek için yazmış tabiki.. Gerçekten komik insanlar.. böyle bir düşünce yapısına sahip olan insanların, çamaşır makinesine kedi atıp sonra kedi ölünce ama siz bunu içine uyarı olarak koymamışsınız diye dava açmalarınıa şaşırmamak lazım..

Hiç unutmam yıllar önce Canada'da büyük erkek kardeşime hediye alıyordum ve parasını yanlış hesaplamışlardı. Yapması gereken şey bana daha çok para üstü vermekti ama casier ne yapsa beğenirsiniz, bana dediki şimdi aldığın parayı geri ver. Tamam dedim ve verdim mecburen. O bütün parayı kasaya koydu ve bana baştan kasadan çıkarıp paraüstü verdi. Bazen akıllarının neresinden şüphe etsem şaşırıyorum.

İçimde güzel bir his var..

Senelerdir isteyipte yapamadığım buydu. Eskiden çok eğlenceli biriydim ben yani aslında hala öyleyimde nedense bir kaç yıldır içime  karamsar bir hatun kaçmış gibi davranıyordum. Bir gözü yaşlı sezercik havam vardı sanki hayatımın her sahnesine arkaya acıklı bir soundtrack iliştirmişler gibiydi. Sanırım geç gençlik bunalımıydı. Asıl bunalıma girmem gereken senelerde fazla dalga geçtim sonra da taşa çakıldım. Neyseki artık bedenim kendini eski hale iade etti. Tekrar papatya bahçelerinden papatya çalıp kulağımın arkasına iliştimeye başladım, arı maya çoraplarıma geri döndüm. Tabi yüzümdeki aptal gülümseme de geri geldi. Fazlalık kabul ettiğim şeyler vardı hayatımda, onlardan da kurtuldum. Arada eskileri yakmak gerekiyor, temizlik şart. Şimdi yine hayat toz pembe, galiba yavaş yavaş anladım, hayatta ki en önemli şey sağlıkmış gerisi yalanmış..

İnsanın olgunlaşması için, bazı aşamalardan geçmesi gerekiyormuş tabi içindeki çocuğu öldürmeden.. Şimdi benim zamanım başladı. Artık kafamı kurcalayan her şeyi çözdüm. Kavramları baştan tanımladım, ve her kavram üzerinde kendimle tek tek uzlaştım. Sevgi, kıskançlık, saygı, yaramazlık,özgürlük,  karanlık bunlar gibi ya da başka kavramlar kullandığımda, her biri bütün benliklerim için aynı şeyi ifade ediyor. Bundan sonra harika bir hayat beni bekliyor. Belki biraz geç oldu, ilk gençliğimde ağır şeylerle uğraşmam gerekti ama sonunda oldu. Tanrı'nın önce kötüsünü gösterip sonra bununla başa çıkabileceğini öğretip sonrada sana harika bir hayat bahşetmesi, takdire şayan bir durum..

Diyeceğim şu ki, karşılaştığınız sorun ne olursa olsun, hayatta hiç bir şey için pes etmeye değmez. Bunu zamanında Tanrıyla arası çok bozulmuş bir hatun söylüyor. Mutlu olmak için çok sebep var, yeterki sizde niyet olsun. Şimdi ben hayata gülümsüyorum o bana kahkaha atıyor. Yavşağın teki olduğunu unutmuşum, hatırladım.. Bu fotoğraftaki de talep ettiğim yeni evim yani şimdilik hayal tabiki ama bir gün benim olmasına kim engel olabilir ki ben istedikten sonra? Dilim arada hukuk diline mi kayıyoR bana mı öyle geliyooR? : ))

Şu New York dedikleri..

İstanbul.. benim şehrim.. Nasıl kadın, nasıl işveli, nasıl cilveli.. Sokakları yosun marka parfüm kokuyor sanki, burnunun direğini sızlatıyor insanın.. Bütün dünyayı dolaştığımı söyleyemem ama İstanbul kadar büyülü bir yer olduğunu sanmıyorum. Doğdum, büyüdüm, sokaklarında serserilik yaptım, kalabalığında kayboldum.

New York’a ilgiminse nerden geldiğini pek hatırlamıyorum. Sanki bir gün uyanıp New York’da yaşamak istemişim gibi. Tek bildiğim burda olmak istediğimdi ve olucağımdan çok emin olarak yaşıyordum yıllardır. İçimde en ufak bir tereddüt olmadı şimdiye kadar. New York, benim serseri, pis sakallı erkeğim.. nasıl gösterişli ve cool.. Ellerinde ölmek istersin, gözlerin kamaşır ışıltısından.. Daha önce de buraya geldim ama daha önce hiç yaşamamıştım. Aslına bakarsanız, çıplak gözle bakıldığında estetikten yoksun ışıklı taş yığını New York ama o kadar gösterişli ki çok çabuk kanıyorsunuz söylediği yalanlara. İşte o yüzden cinsi erkek. Geceye karışan tüm hatunlar peşinde. Sanırım ben kalabalığı seviyorum, yeterki beni içinde kaybetsin, tek başıma dolaşıyım sokaklarında.. Karışıklık tutkumdan kaynaklanıyor olsa gerek, ben İstanbul’da da en çok taksim’i severim..

Manhattan dedikleri yerdir beni benden alan. İki günde bir gitmezsem rahat edemediğim. Brooklyn’nin ruhu yok. Harlem, içinde yaşayan zencilerden kararmış ama evleri muhteşem.  Soho, tam nişantaşı.. Bu kadar uzun süre yaşayınca anladım ki aslında yerleşmek istediğim yer daha tarihi olan bir yer. Evet, haklısınız Amerika çok yaşanılası, huzur dolu.. rahat.. ama yinede bir gün başka bir yere yerleşmem gerekirse, ki bunu istiyorum, orası Avrupa’da bir yer olsun. Burda yapmak istediklerim gerçekleşti. Birbirimizin altını üstüne getirdik, daha fazla samimi olursak kavga çıkıcak gibime gelmeye başladı.. Küçük bir dairede şarabımı yudumladım, halloween’de cadı olup sokaklarda çocukları korkuttum, bir sürü yabancı arkadaşım : ) oldu. Sanırım artık işe koyulma vakti geldi. Hayat hep tatilde geçmiyor, ucundan kıyısından tutmak gerekıyor. Aslında buraya gelmeden NY’da yaşamak diye çok kitap okumuştum ama ne laundry servis sorunum oldu ne de kitapta yazan diğer sorunlarla karşılaştım. İki şikayetim var, biri su servisi olmayışı yanı var ama astarı yüzünden pahalı.. İkincisi ise, otobüslerin asla saatinde gelmiyor oluşu. Geç kalsa yine sorun etmezsinizde bazen onbeş dakika erken geldiği oluyor yani anlıycağınız burda yaşayıpta arabanız yoksa mutlaka her hafta bir kere otobüs kaçırmaya mahkumsunuzdur. Toplu taşımadan devam etmek gerekirse, subway sisemi   ise heralde dünya üzerindeki bizden sonra en basit düzene sahip sistemdir. Midtown’dan binip Brooklyn’den ya da Bronx’dan çıkabilirsiniz. Üstelik bunu o kadar kolay yaparsınız ki, siz bile şaşırırsınız.. Tek ihtiyacınız olan şey metro girişlerindeki makineleri kullanmak ve bir metro kartı edinmektir. Neyse bundan sonraki yazılarımda da eminim bundan bahsedicem şimdilik bu kadar yeter..