Tuesday, November 30, 2010

Classic müzik sevilsinler derneği..

Benim hayatımda ne kadar çok manevi değeri olan şey varmış, yazınca anladım.. Pek çok insanın nerdeyse nefret düzeyinde sevmediği bir müzik türünden bahsedicem size. Aslında pek kimse bloguma uğramadığı için yine kendi kendime dert anlatıcam diyelim. Bu kendi kendine konuşma olayını yazı yoluyla çok yapıyorum ben. Bir kaç yıldır bir okuyucu bulmuştum kendime, sayfalara yazmaktan sıkılmıştım, ona yazıyordum ama işin içinde ikide birde şu dondurucunun kapısını zorlayan duygularım olunca  artık ona değilde bloguma yazmaya karar verdim. Nasılsa her sekılde kendı kendıme konusuyorum : ) Eveet bugün çok yakındığım bir konudan bahsedicem. Klasik müzik neden sevilmiyor? Neden ben her gittiğim konserde gencler yerine bir grup orta yaş ve üstüyle konser dinlemek zorunda kalıyorum. Nesini sevmiyor bu gençler klasik müziğin? Buna bir çare bulmak lazım çünkü hem ben konsere gidicek adam bulmakta zorlanıyorum hemde açıkçası bu duruma çok içerliyorum. Ne zaman birine akşam konsere gelsene benımle desem aldıgım cevap, Iyyy klasik müzik mi dinliyceksin, kızım bırak o işleri yaa!!

Gördüğünüz gibi müzik dinlemenin adı; ''o işler'' çünkü bu gerçekten onlara gereksiz bir iş gibi görünüyor.  Ben İKSV'nin classic müzik, jazz festivallerini arka arkaya takip ediyorum ve biliyorum ki, salonlar full doluyor ama maalesef cok az sayıda genc geliyor. Bunun nedenini inanın çok düşündüm. Acaba bu gençlere hitap edemeyecek bir müzik türüde ben mi bir yerde yanlış yapıyorum diye. Sonra bu müziği dinlemenin, hissedebilmenin ruhunuzda bulunması gereken bir olgunluk düzeyi gerektirdiğine kadar verdim. Yanlış anlamayın! Amerika'da da bu böyle. Burda gördüğüm tek fark genç olarak müzik öğrencilerinin geliyor olması o da bir kaç tanesiyle konuştuğum üzere genelde ödev peşinde oldukları için geliyorlarmış. Ben istiyorum kı konservatuar öğrencileri dışında da gençler gelsin. Tamam cok agır senfonilere, konçertolara  gelmesinler ama çok güzel solo konserler oluyor, tanıdık şarkıları cover yapıyorlar ve bence çok dinlenesi işler çıkıyor. En azından  gece kluplerinin yerindense  konser salonlarının yerini ezbere bilseler bu bile yeter. Daha temiz bir gençlik arıyorum aslında. Tamam yine feneri her gece bir yerde söndürebilirler, izin verdim : D. Şu bırak bu işleri tavrından kurtulsunlar yeter.Biraz ilgi istiyorum bu müzik türüne, fazla değil. Açıkçası hem jazz hemde klasik müzik konserlerini takip ettiğim için ikisine de gelen kitleyi görme şansım oluyor ve dikkat ettim ki jazz daha gençlere yönelik bir müzik tarzı olarak kabul görüyor. Tamam yine salon tamamen gençlerden oluşuyor diyemem ama en azından durum klasik müzik konserlerinden daha iyi. Klasik müzik dinlemenin gerçekten bir adabı var, giyiminize ister istemez çok dikkat ediyorsunuz dinlemeye giderken ve bu benim gerçekten cok hosuma gidiyor. Mutlaka girişinde kokteyl oluyor, resmi kıyafetli insanlar ağır ağır konuşup gülümsüyorlar, bilmem bence kalite kokan yegane müzik türlerinden. Hatta bu öyle saygı gerektiren bir müzik türü ki; burda bir dakika bile gecikseniz asla salona alınmıyorsunuz, dışarda ekran var ve birilerinin gözetiminde orda oturup dinlemek zorunda kalıyorsunuz. Gelelim başlığa, ben ne zaman konsere gitsem ve genclerı parmakla saysam, aynı seyı soylerım: ''Yok bu böyle olmıycak ben kesin klasik müzik sevilsinler dernegi kurucam'' : ) Bu yazıyı Beethoven'dan Tempest'la bitirmek istiyorum..





Monday, November 29, 2010

En büyük aşkım animasyona..

Eveeet geldik hayallerimden birinden bahsetmeye.. Animasyon.. Gerçekten izlerken kendimi kaybettiğim tek şey bu. Şey diyorum çünkü bu bir video, kısa film ya da uzun metraj film olabilir, yeterki anime edilmiş olsun : ) Sizinde bildiğiniz üzere animasyon kullanımının en gelişmiş olduğu yer şu an bulunduğum yer yani Amerika. Ne yalan söyliyim çok gözüm var animasyon okumakta ama artık cok mu gec, bır de bunu okuyacağım dersem ailem benı topuklarımdan vurur mu bilemediğimden henüz karar verebilmiş değilim. İşte bu niyetimden dolayı hem kendim öğrenmek hemde burda paylaşmak için biraz araştırma yaptım. Öncelikle bahsetmek istediğim şey bu işin eğitimi. Benim bildiğim kadarıyla Türkiye'de animasyon bölümü olan tek üniversite, Eskişehir Anadolu Üniversitesi. Bundan başka ''Bilge Adam'' gibi çeşitli kurslarda grafik başlığı altında animasyon programlarının eğitimleri veriliyor ama açıkçası ben denediğim için bunun yeterli olduğunu düşünmüyorum. Peki animasyon ne işe yarar? Efenim bu animasyon denen şey eğitim,  mimarlık (iç,dış dekorasyon), sağlık ve tabiki eğlence olmak üzere bir çok alanda görsel bir şölen yaratmak için kullanılabılıyor ama tabı benim aklıma animasyon dediğinizde ilk önce Avatar , Shrek, İncredibles gibi animasyon filmler geliyor. Tabiki bu alanın en çok geliştiği yer Amerika olduğundan animasyon filmlerde en çok burda gerçekleştiriliyor. Bu durumun en kolaya kaçan açıklaması sanırım bu işin çok pahalı bir iş olmasıdır. Yani bir reklam filminde 40 saniye anime için 400-500 dolar gibi paralar talep ediliyor ve buda işleri zorlaştırıyor. Gerçi buna rağmen filmlerimizde animasyon kullanmasak da reklamların göz ardı edilemiyecek bir  çoğunluğunda  animasyon kullanılıyor. Mesela Arçelik bu konuda çok istikrarlı giden reklamlarına hala devam ediyor. Mr. Çelik başarılı bir animasyon ürünü.

Şimdi, ben bu işi nasıl yaparım bu işe nasıl bulaşırım diye kara kara düşünenler varsa onlara bu işi başarmış insanlardan ve hangi yoldan gittiklerinden bahsedicem. Benim için DreamWorks'de çalışan bir adam ilah gibidir ne yalan söyliyim onu kısım kısım kıskanırım üstelik bir de bu Türk ise hem gurulanıp hem kıskanırım. Belki biliyorsunuzdur; Onur Yeldan'dan bahsediyorum.. Kendisi aslen Yıldız Teknik Üniversitesinde makine mühendisliği okumuş ve okul hayatı boyunca boş zamanlarında filmlerde gördüğü efectleri tekrar ederek kendi kendine öğrenmeye çalışmış, bu işe ilgisinin çok arttığını fark edince de İskoçya'nın yollarını tutup orda Blobheads'de animatör olarak kariyerine başlamış. Sonra ne mi olmuş, ne olucak kader olmuş : ) Arkadası vasıtasıyla Blur Studios'a başvurmuş ordan da DreamWorks'e transfer. Bahsediceğim başka bir isim, Tahsin Özgür bir duayen.. Walt Disney'de baş animatörlük yapmış bir isim ve uluslararası alanda ödül alan ilk Türk animatör. Kariyerine ara resimci olarak Kanada'da başlamış, Tarzan, Herkül, Asteriks ve Vikingler gibi bir çok yapımda çalışmıştır. Bir diğer isim, çoğunluğun bildiğini düşündüğüm Coşku Özdemir. Neden bildiğinizi düşünüyorum çünkü çok yeni olan ''Avatar''ın yapımında çalışmış bir isimden bahsediyorum. Coşku Özdemir'de aslında bir çok animasyonla uğraşan insan gibi başta bunun okulunu okumamış. ODTÜ malzeme mühendisliğini bitiren Özdemir, okulu bitirdikten sonra küçüklüğünden beri hayalini kurduğu işi yapmak üzere Amerika'ya gelmiş ve burda okulunu okumuş. Burda araya girmeliyim ilgimi çeken ayrıntı şu ki; sanatçının ablası da mühendislik bitirip üzerine avukat olmuş! eyy hat! Neyse konuya dönersek  şimdiye kadar Iron Man, Transformers, Buz Devri gibi bir çok işte parmağı olan birinden bahsediyoruz. Animasyon sektöründe çalışan ve bahsediceğim son isim ise, Cemre Özkurt.. Mimar Sinan grafik bölümünden mezun ve kariyerine aslında karikatür çizerek başlamış. Şu an Florida da yaşıyor ve Sims 3 'de karakter tasarımı yapıyormuş. Hmm bunu bildiğim iyi oldu sims3'deki karakter tasarımından hiç hoşlanmadım, insandan baska her seye benzıyorlar!



Kısaca bu işi layıkıyla yapan Türk'lerden bahsettikten sonra gelelim benım neden bunları anlattığıma. Bu yazıyı yazmamdaki amaç baştada söylediğim gibi önce diğer insanların bu işi nasıl yaptığını kendime anlatmak  ve belki benim gibi ilgisi olan vardır da açıp bakmak ister diye bir toparlamak... Bahsettiğim animasyon ustalarının Türkiye'deki animasyon sektörü hakkında söylediklerine gelicek olursak, aslında hepsinin farklı noktaları belirterek de olsa geldikleri nokta aynı; para, bütçe. Yani bizde bütün bir filmin bütçesi 1 milyon dolara  yaklaştığında olay oluyor, büyük film yapmış oluyoruz oysa milyonların izlediği ''Transformers'' filminin yapımının sadece bilgisayar ortamında yapılan bir kaç sahnesi 1 milyon dolar üzerinde olabiliyor. Yani bu işe inanılmaz para yatırıcak yapımcılar olmadıkça Türkiye için uzun metraj animasyon film yapmak hayal gibi görünüyor. Bunun dışında hepsinin ortak sorusu şu ki, bu sektör illa da Türkiye'de olmak zorunda mı? Bu önemli bir soru, yani bu işle uğraşmak isteyen işin yapılığı yere gitsin demeye getiriyorlar ki bencede haklılar çünkü nasıl her insan her konuda uzmanlaşamazsa  her film türüde her ülkede yapılmak zorunda değil, hemde Türkiye gibi sineması iki ileri bir geri ilerleyen bir ülkede.. Her ne kadar dev animasyon okullarımız olmadığı ve harika filmler yaratamadığımız için içim burkulsa da ben bunu bir sorun olarak görmekten yana değilim. Eğer bu işi yapmak için yanıp tutuşuyorsak gerçektende yapıldığı yere gidebiliriz. Küstüm, ben oyamıyorum diyecek bir durum yok : ) Tabi imkan yok, koşullar el vermiyor derseniz, işte ona boynumuz bükük maalsef.. Kullanabileceğim en yaratıcı kelime ''haklısınız'' olur ama ben biliyorumki bir şeyi yürekten isterseniz bir şekilde önünüzde kapılar açılıcaktır. Ben bayılırım mucizevi başarı hikayeleri okumaya, siz sevmez misiniz?Başarı diyince aklıma vimeo'dan ödül alan bir isim daha geldi; Onur Şentürk! The Vimeo Awards gecesinde motion graphics dalinda TRI▲NGLE video’su ile outstanding motion graphics odulunu kazandi! Tamda vimeo'nun kapalı olduğu bir zamanda sizcede harika bir kapak olmamış mı? Bu arada izlemek isterseniz, çalışmasının linki:  http://vimeo.com/13216490

Son olarak işin biraz teknik kısmından bahsetmek istiyorum. Animasyon işine giricez, hadi gördüklerimizi taklit ederek kendi kendimize öğrenicez ama bunu neyle yapıcaz dediyseniz; buyrun bunun için tasarlanmış programların listesi:


Günümüzde Kullanılan Bazı 3d Tasarım Ve Animasyon Programları

SoftImage 3D 3.7

SoftImage 3D, SGI platformunun en tanınmış isimlerinden biri. Özellikle sinema sektöründeki başarısıyla tanınan program, NT tabanının gelişmesi ve Microsoft tarafından satın alınmasından sonra Windows NT tabanında da kullanılmaya başlandı. Programın NT tabanındaki ilk sürümü 1996 yılının başında piyasaya sürülmüş olsa da kısa sürede 3.51 sürümü yeni özellikleriyle NT tabanını daha da iyi kullanılır hale getirdi. Program 64 MB RAM istese de daha yüksek kapasitedeki bellekle daha da verimli çalışmaktadır. Ayrıca program OpenGL hızlandırıcı kart olarak da özel kartları tercih etmektedir. Bu nedenle desteklediği OpenGL kartlar tercih edilmelidir. Programın çıktı kalitesinin oldukça yüksek olması,gelişmiş modelleme ve animasyon özellikleri diğer programlardan ayrılmasına neden olmaktadır. Bu özelliklerinden dolayı,zevkle izlediğimiz Jurassic Park,Jumanji,Casper gibi birçok filmde kullanılmıştır.

3D Studio Release 4

3D Studio, AutoDesk firmasının ürettiği, Türkiye genel distribütörlüğünü Sayısal Grafik’in yaptığı, 3 boyutlu modelleme, renklendirme ve hareketlendirme yazılımıdır. DOS platformundaki son sürümü olan 3D Studio R4’ün orijinal kutusunda; 3 adet kullanım kitabı içlerinde 3D Studio Release 4 programı, hazır sahne,nesne, doku, örnek animasyon ve durağan resimlerin bulunduğu World Creating Toolkit veri CD’siyle birlikte 2 adet CD ve 1 adet kurulum disketi bulunmaktadır.3D Studio Release 4 minimum, 386DX işlemci, 4 megabyte RAM, 640*480*16 çözünürlüğü destekleyen ekran kartı,15-30 megabyte sabit disk alanı ve DOS işletim sistemine ihtiyaç duyuyor. Aynı zamanda Windows platformunda da çalıştırılabiliyor.

Bryce 2.0

Bryce programı Metatools ’un en başarılı animasyon programlarından biri. Şu anda 3.0 sürümü piyasada bulunan program oldukça etkileyici bir arabirime sahiptir. Programda eski sürümüne göre birçok yenilik bulunmasına rağmen Nano Preview adı verilen ve siz doğal ortamınızı hazırlarken aynı zamanda o ana kadar oluşturulan ortamı hızlı bir şekilde gösteren ekranı oldukça etkileyici ve yararlı.

3D Studio Max 2

Yine AutoDesk firmasının çıkarmış olduğu bir yazılım olan 3D Studio Max, 3D Studio’nun devamı sayılabilir. Studio Max, Windows NT işletim sistemi için yazılmış bir program olsa da Windows 95’te de çalışabiliyor.

ALIAS/Wavefront Power Animator

Modelleme ve kaplama konusunda lider yazılımlardan biri olan Power Animator TV-Sinema, oyun ve multimedya alanlarında kullanılıyor. Yazılımı geliştiren firmaların CAD/CAM ve simülasyon konusunda konularında da uzman olması programın özellikle sinema sektöründe vazgeçilmez bir modelleme ve kaplama programı olmasını sağlamıştır. IL&M gibi dev sinema kuruluşları görüntü efektleri konusunda ses getiren hemen hemen her filmde Power Animator’u kullanmaktadırlar. Bu tip büyük yapımlarda genellikle modelleme aşamasında Alias/Wavefront Power Animator, animasyon aşamasında SoftImage ve kaplama aşamasında ise Power Animator veya Render Man kullanılmaktadır. Dragon Heart, The Rock ,The Twister ve Independence Day bu programla yapılan filmlerden sadece birkaç örnek olarak gösterilebilir.

Imagine 4.0

Amiga platformunda Impulse firması tarafından C dili ile hazırlanan Imagine, on seneyi aşkın bir süredir animatörlerin kullandığı bir programdır. Ucuz olduğu ve bir animasyon programından istenilen niteliklere sahip olmasından dolayı genelde tercih sebebi olmuştur. Imagine programında varolan bazı özellikleriyse onu oldukça çekici hale getirmiştir. Metaball kullanımının en etkili olduğu Imagine, ışın takibini 16 yansımaya kadar takip edebiliyor. Ayrıca birden fazla efekt bir nesne üzerine rahatlıkla uygulanabildiği gibi sahne tasarımının yapıldığı Stage Editor’da bu efektlerden bazılarının uygulanışını görebiliyorsunuz.

LightWave 3D

En önemli 3D modelleme ve animasyon programlarından biri olan Lightwave ayrıca nesneler üzerindeki 3D modelleme ve ses ekleme aşamalarında en iyi animasyon programları arasında yer almaktadır. İleri ki bölümlerde sık sık birçok bölümünü inceleyeceğimiz programlardan biri olan Ligthwave animasyon dünyasının liderleri arasındadır.

Tabi bunlar benim internet faresi olarak bulduklarım bunun dışında da eminim geliştirilmiş programlar mevcuttur. : ) Hee birde unutmadan son filmi Prensesin Uykusu'nda korkusuzca animasyon kullanan Çağan Irmak'a saygılaR...

Saturday, November 27, 2010

Evliliğin Amerikancası

Şimdi size Pew araştırma merkezinin Time ile işbirliğinde yürüttüğü bir araştırmadan bahsedicem ama önce bu konuda kendi fikirlerimi belirtmeliyim ki olayı hangi açıdan gördüğümü bilin. Ben gazeteci değilim, objektif olmak konusunda da çok kötüyümdür, mutlaka taraf tutarım. Yazının başlığı;Marriage: What is it good for? yani Türkçesi bu evlilik neye yarar, niye evlenmeliyim. Evlilik, hassas konu, bırakın olduğu gibi kurumu kabul etmemi, adını duyunca bile irkiliyorum. Sevmedim, sevmiyorum, büyük konuşmam ama sevebileceğimi hiç sanmıyorum. Seremonisi, materyalleri, ortamı, parlak gibi görünen karanlığı, hiç bir zaman taraf olamıycağım bır durum. Biliyorsunuz ki evllik ve bu çatı altındaki aile kavramı, Türk toplumunda belki eskiye oranla daha az ama yinede aşırı saygı gören bir kurumdur. Her  insan doğar, büyür, okur ve evlenir. Baskı var bir kere olmak zorundadır?? Evlenmeyen hatuna yazık gözüyle bakılır, kimse o durumu kendinin tercih edebilceğini düşünmez, toplum gözünde, ''ah yazık yavrum evde mı kalmıs''tır. Bu şekil söylemlerle açıklanır. Özellikle de eski nesil tarafından kabul edilen inanış bu yöndedir. Erkekte evlenmek zorundadır, yazık bir yaşından sonra nasıl kendini idare edebilicektir ki.. Yavrum kıyamam.. Bir yaşı geçince beyin özrü geliyor heralde. Ne biliyim.. Ben bir konuda önyargılı olmaktan pek hoşlanmam aslında ama bu konu toplum tarafından çok fazla vurgulandığı için küçüklüğümden beri deli damarım atık.. Küçükken çevremdeki bilmiş teyzeler, daha küçüksün düşüncen değişicek dediler tabiki kacırırlar mı? : ) Değişmedi, değişmez.. Bu evlilik kurumunun olması gerektiği yanı yuva kavramı büyürken hanım kızlarımızın beyinlerine öyle bir kodlanıyor ki, elinde barbie bebek, hadi kızım sen şimdi yuva kur , şimdi hani büyümüşsünüz de evlenmişsiniz hadi bakalım.. Kaç tane arkadaşım var buna odaklı yaşayan bilmiyorum. Sanki yaşam amacı evlilikte hobi olsun diye okul okuyor, çalışıyor. Evllenince de amaca ulaşıyor zaten her şey aydınlık, gördü yeşil ışığı tamamdır. Neyse tavrımı yeterince anlatabildiysem şu araştırmaya geçebilirim. Aslında ben burdaki evlilik oranı çok daha düşüktür diye düşünmüştüm ama nerdeyse karşılaştığım her iki insandan biri evli olunca yanıldığımı anladım. Tabi bunun sebebi büyük ihtimal Amerika'nın çok göç alan, aşırı karışık bir toplum olmasıdır. Gördüğüm insanlar sadece burda yaşıyorlardı, aslında gelenekleri başka olan başka yerlerden göçmüş kişilerdi. İşte bu yüzden araştırma ilgimi çekti.

Time ve Pew araştırma merkezinin yürütmüş olduğu  araştırmaya göre, 1960'larda %70 olan gençler arasındaki evlilik oranı şu an neredeyse %30'lara düşmüş durumda ve evlilik dışı çocuk sahibi olma oranı ise o yılların sekiz katı. Bildiğiniz üzere artık eski zamanlardaki gibi gençlerin bir ilişkiyi yürütmeleri ya da düzenli bir cinsel hayatları olması için evliliğe ihtiyaçları yok, peki o zaman bu kurumun ne özelliği var yani neden evlenmek istesinler ki? Hadi bizdeki toplumun dayatması ama burda o da yok, üstelik çoğu gencin örnek aldığı kapı gibi Angelina Jolie, Brad Pitt çifti var. Buna karşılık yazıya göre, evlilik Amerikalıların hala saygı duydukları bir kavram, çoğu en az bir defa evliliğin denemesi gerektiğine inanıyor. Sanırım bu deneme yanılma yönteminden kaynaklanan sorun şu ki, boşanma oranı Avrupa'daki bir çok ülkeden çok daha fazla. Aslında evliliği biraz kişisel koruma olarak görüyorlar yani tam tabiriyle evlilik, diğer insanlara nasıl mükemmel bir hayatınızın olduğunu gösterme yolu olarak kabul ediliyor.Tabi burdaki ayrıntı şu , iyi eğitimli insanların planları arasında evlilik kesin var diğerleri için ise elbet bir gün olur durumunda. Hmm bizden çok farklı değil sanırım.. İşte ben bu yüzden gıcığım yani hatunu eve bırak istediğini yap ya da tam tersi ama topluluk içinde evlisin ya temizsin! Neyse araştırmaya devam edelim : ) Garip bir şey daha dikkatimi çekti, eskiden insanlar kendisinden sosyal statü olarak aşağıdaki insanlarla evlenirlermiş, mesela doktorlar sekreterleriyle, şimdi ise doktorlar doktorlarla evlenmeyi tercih eder hale gelmişler yani konum yıllar gectıkce onem kazanmış. Tabi bu evlilik kavramı denilince sanırım göz ardı edilemiyecek en önemli faktör ekonomik özgürlüktür. Tıpkı ordakı gıbı burdada mutsuz evliliği olan ve para kıran hatunlar; usta  hiç devam etmeyelim tadında kalsın diyip mahkemenin yolunu tutuyorlarmış. Hatta boşanma davalarının çoğunu kadınların açtığını özellikle belirtmiş. Araştırmaya göre,  artık ilişkilerin temeli değişti ve evliliği sağlam tutmak için çiftlerin yeni davranış biçimlerini evlilik danışmanlarından öğrenmeleri gerekiyor.(Alın size yeni para kapısı!!)

Birlikte yaşama olayına gelince, 2009-2010 yılları arasında birlikte yaşama oranı %13 artmış bunun sebebi olarak da gençlerin yalnız yaşıyacak ekonomik güçleri olamaması olarak gösteriliyor, ama tabi bunu dışında da zaten bu fikir çok karşı olunan bır şey de değil, çoğunluk ekonomik gücü olsada bundan yana, sadece orandaki yükselişin bir nedeninin de bu olabiliceğini düşünüyorlar. Beraber yaşamanın evlilik üzerindeki etkisine gelince; bir süre beraber  yaşadıktan sonra evlenince, boşanma oranında herhangi değişiklik olucağına dair bir bulguya rastlanmamış yani bu ilişkinizi sağlamlaştırıp, boşanmıycağınıza dair herhangi bir garanti veremiyor maalesef.. Amerika'da durum bu yani evlilik saygı duyulsa da çok yakın durulmayan bir kavram ve sanırım ancak toplum içindeki konumunuzu birilerinin gözlerine sokma ihtiyacınız varsa gerekli görülüyor. Evlilik dışı çocuk meselesine gelirsek, bana hocam anlatmıştı, burda yalnız bir anneyim gücüm yok derseniz devlet yardımı alabiliyorsunuz. Tabi evliliğin sağladığı sigorta gibi hukuksal haklardan yararlanamıyorsunuz o ayrı. Bu arada ben, eviliğin dayatılmasına, hanım kızların bunu yapmak zorundaymış gibi büyütülmesine karşıyım yoksa kendi düşünüp taşınıp eleştirip istediği için yapana saygım var. Ayrıca bir avukat olarak bakmam gerekirse, evet biriyle beraber yaşıyacağınıza evlenin çünkü evlilik hukuksal olarak kadını koruyan bir kurumdur ve mağdur olmanızı engeller. Hatta ne diyim aklınız varsa buna duygusal olarak bakmaz ve sözleşmede yaparsınız. Dünya kötü, kendinizi önce siz korumak zorundasınız.

Friday, November 26, 2010

Black Friday nam-ı diğer kara bela..

Hiç savaşa katılmadım ama savaş böyle bir şey olsa gerek.. Uzun zamandır hiç bu kadar insanı bir arada görmemiştim. Kabile, evet doğru kelime ortak bir dili konuşan (ya da konuşamayan) bir kabilenin ortasında buldum kendimi bugün. Amerika'da Thanksgiving'den sonraki gün; Black Friday.. Adının black olmasının sebebi mağaza dışına kadar kuyruk oluşu, bir nevi kara bela. Yani ben insan canlısı olmasam bitmişim, günü tamamladım ve bir polish,bir ispanyol birde zenci sanırım African American arkadaşım oldu.. Okudukları okullardan hobilerine, gördükleri sivilce tedavilerine kadar bir sürü şey öğrendim. 2 saat ve daha fazla bir sırada arka arakaya bekleyince, tanıştığınız insanla o esnada evlenip yuva bile kurabilirsiniz. Anlamadığım, normalde dolarların havada uçuştuğu bir mağazada nasıl %70 indirim yapıp hala kar ediyorsunuz aa ınsanlar. İşte bugün tekrar anladım, bu marka işlerini bırakıyorum. Kim bilir neye mal edip neye satıyorlar, bu düpedüz saçmalık. Bundan sonra sade bir yaşamı tercih edicem, özüme dönüyorum. En son nikon ve gayette iyi bir makineyi 100 dolara görünce kan beynime sıçradı! Ben yıllar önce Olympus'u 600 liraya almıştım! bu ne sacmalık yahu..

Neyse diyeceğim o ki zaten geçmişte insanlar bu günde ezilerek can vermişler. Düşünsenize bizde böyle bir gün oldugunu : ) Cam çerceve ıner, yagma gırla gider. Acı ama gerçek, maalesef bu böyle.. İlk defa ben saat 9'da bir alışveriş merkezine girdiğimde otoparkta binlerce araba vardı çünkü store'lar dün gece 12'de acıldı. Ben daha öncede black friday'de burdaydım ama hiç böyle kahramanlık yapıp bir yere dalmamıştım.Gün sonunda bayılmak üzereydim ama yinede uzun zamandır peşinde olduğum şeyleri daha ucuza almayı başardım : ) Bu günün adının neden black friday olduğuna ilişkin çeşitli hikayeler okudum ama tek bir sebebi yokmuş anladığım kadarıyla, daha da doğrusu rivayet çoğu.. Kimisi bugünün çalışanlara black olduğunu söylüyor yani kasiyerler, mağaza çalışanlarına.. Çalışmak zorundalar ya ondan. Bugünün en önemli özelliği ''Christmas Shopping'' zamanının başlangıcı olması. Açıkçası ben başkada bir neden göremedim.. Maksat parekendeciler bayram etsin, ekonomi canlansın falandı filandı.. Bunlar boş işler ey insanlar! bir daha bu aktiviteye katılmak isteyceğimi sanmıyorum. Belki elektronik almak mantıklı olabilir yani bazen gerçekten laptopları bedava veriyorlar. Saçma ama gercek!Tüketmek güzel şey tabi, insanız tutkularımız var sahip olduklarımıza ilgimiz var, sahip olma  hevesimiz var bütün bunları kabul etmeme rağmen sanırım bundan sonra daha az tüketimden yana olucam. İnsanları doyurmak daha güzel olsa gerek..Manevi şeylerde daha fazla gözüm olduğunu farkettim ya da büyüyorum diyelim.. Her gördüğümü istemek ve elde etmek çocukluğumda kalsın.

Tüketim zehirlenmesi geçirmişim değil mi? : ) Maneviyata doğru ilerleyip, ışığa doğru yükseldiğime göre bunun başka açıklaması olamaz. Sadece bir yığın insanı bir arada bir şeyler almaya çalışırken görünce, dur bir dakıka dedım ya, bu dünyada çok aç insan var siz ne yapıyorsunuz? Onların hepsine ihtiyacınız mı var? Anlıycağınız kafam karıştı.. Zaten eskiden beri maddiyata önem veren biri olmadım hiç. Bir şey gerekiyorsa alırım gerekmiyorsa almam. Marka olayıyla hıç ilgim yok, doğru dürüst anlamam bile.. yani hangi modacı ne kolesiyonu çıkartmış bilemedim hiç.. Zaten söyledim ya isim hafızam da yok, ögrensem bile çok kısa sürüyor unutmam. Haha magazin bile okumam. Ot gibi yaşıyorum anlycağınız, tabi yaşıtlarım cici, barbie bebekleriyle oynayan hatunlarla kıyaslarsanız. Napiyim ilgi alanı işte boş geliyor bana, arada deniyorum ama üzerime yakışmıyor o kimlik ondan fazla tutmuyorum. Bir de en çok neyi garipsiyorum biliyor musunuz? Tabiki biliyorsunuz, söyledim ya.. Şu ego olayını.. Ben hep özel okulda okuduğum için etrafımdaki daha kişilikleri bile oluşmamış gençler sürekli birbirlerini giydikleri markalarla ezmeye çalışıyorlardı.Onları izleyerek büyüdüm gerçekten. Böylece ne yapmamam gerektiğini öğrendim. Yeni ve daha yukardakı bır marka alt ve orta kesime indıkce üst tabakanın sürekli başkasında olmayanı almak istemesi durumu yani yeni kimsenin giymediği bir markaya yönelmesi, bildiğiniz işleyen düzen işte bu gençlerinki. Aileleri zaten dünyadan bir haber, iki kelime ettiklerine bile şüpheliyim, onlara sorun cıkarmasınlarda para akıtmak dert değil. Böylece o çocukların kişilikleri her hangi bir bilinç düzeyine erişemeden dağılıyor, etrafa boş boş bakıyorlar büyüdüklerinde, karşındaki insana insan olduğu için değil bilmem ne kadar parası olduğu için katlanıyorlar  çünkü onlara o öğretiliyor. Neyse konuyu dağıttım, sadece sizede bu yaşadığımız dünyada bir saçmalık varmış gibi gelmiyor mu? Siz birbirinizle yarışıyorsunuz birileri zenginliğine zenginlik katıyor...

Bu arada konuyla ilgisiz ama  çok saçma bir şey dikkatimi çekti, aşktan bahsettiğim daha doğrusu bahsedemediğim yazının oluşma tarihi 19:19 : ) Halbuki ben bu inanışa bir tarafımla gülüyorum işte tam da bu yüzden bunu kozmik sakacılar denk getirmiştir. Digital saatlerin sahalarda boy göstermesiyle hanım kızlarımızın uydurduğu bu saçmalığı ben biraz kendime benzettim ki her gördüğümde gülümsiyim. Neye mi inanıyorum? Ne zaman görsem heeeh sevdiğim adam arkamdan sövüyor diyorum : ) ya da birileri bana saydırıyor.. Az tüketin çok üretin ey insanlar.. O aldıklarınızı sırhat köprüsünde ağırlık yapıyor diye diğer tarafa kabul etmiyorlarmış : )


Thursday, November 25, 2010

Bir sanat olmam gerekse fotoğraf olurdum ben..

Ben bir sanat olmam gerekse kesin fotoğraf olurdum. Bu merakımın da nasıl oluştuğunu hatırlamıyorum açıkçası, hatırladığım tek şey, çok küçük yaşımdan beri uçan kuşun, yüzen ördeğin fotoğrafını çekicem diye koşturduğum. Elimde o kadar çok fotoğraf var ki deste deste kuş fotoğrafı.. Gülmeyin zamanla ustalaştım, şimdi uçan martı fotoğrafını çekmediğimde laf sayıyor beni bu aralar ihmal ettin diye..Baksanıza yandaki martının artisliğine : )  Önceleri teknoloji çok gerilerde olduğundan şu an antika kabul edilebilicek bir makinem vardı ve harikalar yaratamıyordum tahmin edersinizki.. Yıllarca pederin kafasını ütüledim profesyonel makine istiyorum diye ve 18. yaş günümde ilk nikonum avuçlarıma kondu. Makine geldi iyiydi de ben kullanmayı bilmiyordum üstelik hukuk fakültesindeydim, zaten nefes alıcak zamanı zor buluyorum fotograf egitimi nasıl alıcaktım kı? Mecburen bir süre beklettim kendisini iki yıla yakın mışıl mışıl uyumak zorunda kaldı çünkü otomatikte cekmek istemıyordum ben bu oyuncağı  kullanmak istiyordum. Evet yaklaşık iki yıl sonra eğitimini alıcak fırsat buldum. Makinemizi tanıyalım, fotoğraf terimleri, dar acı, geniş açı, balık gözü, asa/ıso, diyafram, enstantene.. bir sürü şeyi öğrendim. Tabi bu konuda kendimi geliştirmemde benim gibi hatta benden daha cok ve daha profesyonelce ilgilenen bir arkadaşıma borçluyum.Böylece fotoğraf sevdasına önce sultanahmet semalarında sonrada şehrin çeşitli yerlerinde fotoğraf çekmekle başladık. Hala öğrenme aşamasında olduğumdan çektiklerim şimdilik  sadece evimde duvarları süslüyor. İlerde bir şeyler yapar mısın derseniz, eğer kendimi yeterince yetkin görürsem neden olmasın.

Aslında ben sevdiğim bir şeyler mesleğim olsun istedim hep ama sonra düşündüm yani kaç tane fotoğraf sanatçısı ne kadar ayakta durabiliyorki yani ne kadar yapabiliyor bu işi meslek olarak? Vazgeçtim.. Hem zaten ben bir işi en çok eğlencesine hobi olarak yaparken zevk alıyorum. Karşılığında para alırken bir şeylere zorlanıcaksam bütün motivasyonum çöküyor. Fotoğraf çekmek canın istediği zaman yapılabilicek bir şey, zorla olmuyor. Aslında bu her şey için böyle.. Bu gerçekten zevk alarak yaptığım fotoğraf çekme olayı, üzerinde bilgisayar ortamında müdahale etmeyi öğrendiğimde yani yamak grafiker olunca daha bir eğlenceli hale geldi. Şimdilerde  bir gün fotoğraf çekmeye çıkıyorum bir hafta çektiklerimi evirip çeviriyorum. Bu iş o kadar zevkli ki bilgisayarın başından kalkmak hiç istemiyorsunuz. Yapmak istediğim asıl şey konsept fotoğraflar çekip baştan sona öykü anlatmak. Bu konuda kafamda ilginç düşünceler var, çok fantastik işler çıkartıcam ama daha zamanım var. Biri harikasın dediğinde hayır değilim diyorum bu da demek oluyorki daha tamam bu iş demekten çok uzağım. Ne zaman ara cafe'ye gitsek mutlaka muhteşem Ara Güler fotoğraflarından olan servisleri çalıyorum : ) Bunun yanında maalesef bu işle uğraşan çok sanatçı tanımıyorum aslında bu her alanda benım en çok yakındığım bir konu. Sayısız sergiye gidiyorum, bütün sanat dallarıyla tek tek ilgileniyorum ama isim hafızam sıfır. Hep ben bunu bir yerden tanıyorum ama nerden.. Halbuki kaç kere görmüşümdür, üzerine konuşmuşuzdur yinede nafile isim konusunda inanılmaz zayıf bir beynim var. Amerikaya geldiğimden beridir tabiki durmadan makinem elimde dağ, tepe, bayır dolaşlıyorum. Güzel fotoğraflar, güzel öyküler çıkıyor. Asıl son zamanlardaki merakım ı phone'la çekim yapmak. Son i phone bu konuda gerçekten iyi, makinemi aratmıyor desem yeri. Mesela bu sağdaki  fotoğraf i phone'la çekildi. Tabi sonra photoshopta işlem gördü ama geçen hafta yüklediğim art studio da ps'i aratmıycak özellikler barındırıyor bilginize.

Anı dondurmak gerçekten sihir yapmak gibi, büyülü sanki.. İnsanın uğraştıkça uğraşası geliyor ama ben,çektiğim fotoğrafların öyküsü olması gerektiğine inanırım. Mesela bu Brooklyn Bridge ve benim şimdiye kadar gördüğüm en hüzünlü köprü.. Ondan siyah beyaz. Bence fotoğraf sanatının kendisi hüzünlü tabi insan fotoğrafı çekmek değil bahsettiğim.. Genelde fotoğraflarımda siyah beyaz ya da sepya kullanırım. Ruhum o kadar renkli ki, bedenimle karışmasınlar diye siyah giyiyorum normalde de zaten. Bakın bu soldaki fotoğrafta Bronx'tan.. ip bir şey gördüm geçen gün, Manathan'dan bindiğim metro Bronx'ta trene dönüştü yani yer yüzüne çıktı. Ben tüm NY yer altında sanıyordum. Eh bu kadar hüzünlü bir manzarayı kaçıramazdım, en güzel yerinden baktım ve anı dondurdum. Bakmak ve görmek arasındaki büyük fark. Fotoğraf çekebilen insanlar görmeyi bilen insanlardır, yürekleri büyüktür, bir gözde gerçekten içerde bulunur. Bir elma sadece elmadır birine, başkasına ise sapından mucizeler yaratılabilicek bir obje. Bu arada Bronx dökülüyor, binaları, sokakları.. Pek gelişmemiş hatta yolunuz buraya düşerse size uyarı ,yoldan taksiye binmeyin çeşitli emelleri varmış duyduğuma göre taksi şöförlerinin..

İşte benim fotoğraf sanatıyla seviyeli ilişkim böyle yürüyor. Dağ tepe dolaşıp fotoğraf çektiğimiz canım ciğerim arkadasım sabırsızlıkla dönmemi bekliyor. Bir gün fotoğraf çekerek dünyayı kurtarmıycaz belki ama kendimizi bu işi yaptıkça çok mutlu hissedicez. Sevgili profesörüm sözüm sana, saygılaR..

Wednesday, November 24, 2010

Tesadüf kader çelişkisi içinde melekler

İşte geldik hayatım boyunca anlatmaktan en çok zevk aldığım konuya.. Tesadüf kader çelişkisi.. Hayatta ne tuaf tesadüfler oluyor değil mi? Sokak ortasında keşfedilen hatunlar,sevdiğiniz adamla saçma yerlerde karşılaşmalar, hiç istemediğiniz birinin gittiğiniz yerde ''tesadüfen bulunması'' gibi şeyler nasıl oluyor da başımıza geliyor. Siz daha uyuyun akıllım!! Tesadüf denilen bir şey yoktur her şey kasıtlı olarak pazıl parcalarını birleştirir gibi Tanrı tarafından hayatımıza yerleştirilmiştir. Hemde o kadar mükemmel bir şekilde yapılmıştır ki biz bu hikayeleri seneler geçtikten sonra bir mucize edasıyla anlatmaya koyuluruz.. Ben ne zaman bir insanın ağzından; ah şu tesadüfe bakın ki o da ordaymış gibi bir cümle duysam gülmeye başlarım, bu elimde değil. İçimden fısıldamak gelir hep, başını yukarı kaldır kadın biri seninle kafa yapıyor!!

Her insan kendine başka türlü bir inanç sistemi oluşturmuştur. Ben kimsenin dinine karışmam Tanrıyla aram mükemmel yani şimdilik iyi anlaşıyoruz diyebilirim. Aslında benim asıl samimi olduğum varlıklar meleklerdir. Varlıklarına, hayatın içinde yaşadığımız nefes aldığımız her alanda var olduklarına ve bize yardım etmek için ellerinden geleni yaptıklarına inanırım hep. Bu konuda favori kitabım ''Işık Habercileri'' Bu kitap bütün melekleri isimleriyle ne iş gördükleriyle ilgili tek tek bilgi içeriyor ve benimde baş ucu kitabım gibi bir şeydir. Melekler gerçekten biz insanların emirlerini yerine getirmek için el pençe divan dururlar. Tek yapmanız gereken nasıl isteyceğinizi bilmektir. Beni en çok eğlendiren melek türü ise; kozmik şakacılardır. Bu melekler sizi her seferinde oyuna getirmek için fırsat kollarlar. Hayatınızda karşılaştığınız komik tesadüfleri onlara borçlusunuz. Mutlaka hepimiz duymuş veya yaşamışızdır Ermeni damat istemeyen bir kadının kızının tam annesinin istemediği gibi bir adamla kaçtığını ya da hayattaki en büyük korkusunun asonsörde kalmak olan birinin sık sık asansörde kaldığını.. Bunların hepsi tezgahh uyanın eyy insanlar, meleklerin oyununa geliyorsunuz! Bu konuda yapabileceğiniz tek şey hiç bir şey hakkında büyük konuşmadan ya da hiç bir şeyden takıntı derecesınde korkmadan yaşamaktır. Hani büyük konuşma başına gelir der ya büyüklerimiz, işte ondandır bu.. Büyük konuştuğunuz anda yanınızda bir kozmik şakacı beliriverir ve size hayatınızın tezgahını kurmaya başlar. Aslında ne olursa olsun düşüncelerimize ve ağzımızdan çıkan kelimelere her zaman dikkat etmekte fayda var. Düşünce gerçekten çok büyük bir enerji alanına sahip ve bazen kendimize kendi aklımızla kötü şeyler yapabiliriz. Tavsiyem istemediğiniz şeylere sakın yoğunlaşmayın başınıza iş açarsınız.

Ben ne zaman keşke şunu görmesem desem elimle koymuş gibi bulurum. Ya da tam tersi bazen iyi meleklerim çalışır ve sevmediğim insanlar hayatımdan kayboluverir. Daha geçen hafta olur ya okulda birini sevmedim ama aynı ortamdayız ama sevmedim keşke olmasa dedim bir kaç kez.. Artık okula  gelmiyor : ) Aslında kötülüğünü istememiştim, hastalanmış üzüldüm de ama oldu işte ve emin olun bu tesadüf falan değil ben böyle şeyler çok yaptım. Çok inanıyorum belkide ondan.. Konu melekler değil kader olucaktı ama melekler kaderimizin o kadar büyük parçası ki önce bunu anlatmak zorundaydım. Kadere gelince, evet biliyorum buna inanmayan benim çok kaderci olduğumu düşünen çok insan var ama gerçekten bir şey Tanrı'nın elleriyle sizin hayatınıza yazılmamışsa onun olması nerdeyse imkansız, siz istediğiniz kadar çabalayın.. Olucağıda varsa ne kadar ertelenirse ertelensin olmak zorundaysa da aksini yapamazsınız. Şansın adı sadece kaderdir.. Siz çabalayın ama olmadığında lanet etmeyin kader diyin. Emin olunki size daha çok yakışan bir işiniz olucaktır sadece Tanrı birazcık burnunuz sürtsün istemiştir. Bunu sınav gibi düşünürüm ben hep ne kadar güçlü olursanız ödülünüz o kadar büyük olur. Ben bu konuyu çok seviyorum ve eminim ki bundan sonrada hep bahsedicem.. Dedim ya Tanrıyla aram iyi dinlerle kötü maalesef..

Tuesday, November 23, 2010

Siniri alınmış insanlar

İnsanlar sinirli, insanlar kızgın.. Burda değil, orda.. İki ülke arasındaki büyük farklardan biri.. Orda şişirilmiş egolar, saldırgan tavırlar, kırılan kalpler var burda ise egodan yoksun sadece eğlenmek ve mutlu olmak için yapılan hareketler.. Çok mu mutlular markette çalışanlar ya da sokakları süpüren yaşlı amcalar.. Yaşılıktan elleri titreyen yer göstericiler.. Çok mu mutlular ya da hiç mi sorun yok hayatlarında ki böyle bir gülümsemeyle karşılıyorlar her geleni. Biliyor musunuz, hiç sanmıyorum.. Sadece onların daha iyi bir marka giymek son model bir telefon kullanmak ve başkalarına kendilerini ispatlamak gibi bir hedefleri yok. Cumartesi geceleri bir gece klubünde boy göstermek zorunda hissetmiyorlar kendilerini ailecek oturup taklit yapıp birbirlerine gülebiliyorlar.. Dalga geçebiliyorlar, bunu kaldırabiliyorlar.. Orda ne mi oluyor? Kim ne giymiş, kim kiminle berabermiş, kimin sevgilisi kimi dövmüş, yani nerde ne oluyor? Bunlar o kadar önemli ki yani kendimizi iyi göstermeliyiz ki elalem bir şey demesin. Peki ben bilmiş bilmiş konuşuyorum da ben umursuyor muyum etrafımı? Söyledim ya ben deliyim istediğimi yaparım kimseyi düşünmem. Hiç dışarı çıkmasam da makyaj yaparım.. Ben her şeyi kendimi iyi hissetmek için yaparım..  Tamam, benimki de fazla ben merkezci bir yaşam tarzı, eleştirinin en ağırı her zaman kendimize.. Boynumuz önce kendimizin önünde bükük.. Benim vicdanım en büyük öğretmenim..

Yinede bu başkaları için yaşamı, bu sinir harbini anlamlandıramadım şu kısacık hayatımda.. ''Sen benim kim olduğumu biliyor musun?'' cümlesinden tiksindim ömrüm boyunca.. Az önce biriyle bir şeyden bahsettik, bizde yolda biri birine yol verirse kornayla teşekkür eder burdaysa yol verirsin ve o kadar.. Bilin bakalım hangisi kibarlık? Cevap veriyorum onlarınki.. Neden mi? Çünkü biz yol verdiğimizde bunu lutuf olarak görürüz ve bak sana yol verdim ben büyüğüm nihahaha deriz ve teşekkür isteriz ve ederiz.. Onlar için ise bu normal bir şey, teşekkür edilmesi gereken bir şey bile  değil.. Bu trafik hikayesinde asıl benim başka bir hayalim var.Biz toplum olarak sinir harbiyle inanılmaz bir egoyla yaşıyoruz ya.İşte diyorum ki yollarda her şey komik olsaydı. Hayal canım bu hemen tepki göstermeyin.. Mesela tek yön yerine: ''girişin olsun da çıkışın olmasın'' yazsa ya da u dönüşünde: ''dön baba dönelim'' Yol çalışması var mesela bir yerde ve girişinde şöyle bir yazı; ''ortada kuyu var yandan geç'' : ) Hayal dedim ya böyle oklarda zikzak olsaydı.. Her şey komik olsaydı tabi bütün insanlığın bunu anlıycak aynı zeka düzeyine sahip olduğunu düşünüyorum. Biz her trafik sıkıştığında sinirlenmek yerine oklarda yazanlara gülseydik. Tüm insanlık harikalar diyarında, hepimizde son model pembe camlı gözlükler ama marka : ) Bilmem bence insanlar daha sakin bireyler haline gelebilirdi. Böylece ortak yaşam alanlarımızda daha az sen benim kim olduğumu biliyor musun bakışı hissederdik üzerimizde.. Hepimiz Tanrının kullarıyız ne bir kulağımız fazla ne bir gözümüz..

Monday, November 22, 2010

USA'de yemek yemek..

Daha öncede bahsettiğim gibi burda yemek inanılmaz bir görsellikte sunuluyor ve nerdeyse bir pazarlama öğesi olarak kabul ediliyor. Gördüğünüz muamele gerçekten Amerika'da olduğunuzu hissettiriyor. En basit restorantta bile ilk içeri girdiğinizde sizi üzerinde menülerin bulunduğu bir düzenek ve başında elinde kalem olan bir garson karşılıyor. Tabi mekana göre bu kişi pr'da olabilir. Eğer içerde yer yoksa isminiz alınıyor ve size ne kadar beklemeniz gerektiği söyleniyor. Hayır bu nadir karşılaşılan bir durum değil. İlla rush hour dedikleri zaman olmasına gerek yok, normal zamanlarda da sıra beklemeniz gerekebiliyor. İçerde yer varsa önce kaç kişi olduğunuzu sorup sonra bir garson eşliğinde masanıza uğurlanıyorsunuz. Daha show bitmedi.. Masanıza bir kaç saniye içinde bu gece size hizmet edeceğini söyleyen bir garson geliyor, kendini tanıtıyor yemek öncesi allahseen bir şey iç diye bir süre ısrar ediyor : ) Ben bu aşamada genelde; gerçekten sadece bir şeyler yiycem hadi canım hadi canım diye başımdan atma yolunu seçiyorum. Sonra sizi bir süre rahat bırakıyor ki ne yiyeceğinize karar verin. Sevimli bir yüzle geri döndüğünde siz ona  siparişi verirken o da size  yemeği dar etmek için elinden geleni yapıyor.

-Yağsız et tamam.. Nasıl pişsin? Salata nasıl olsun? Sosu neli olsun? Başlangıç istemediğinize emin misiniz? Siz nerde oturuyorsunuz?

*Ben zaten o esnada keşke gelmeseydim diye düşünmeye başlıyorum çünkü sorgu biticek gibi gelmiyor. En son lütfen başka soru sormayın diyip birazda hatun sevimliliği kullanarak olayı çözüyorum.

Yemek geldikten ve siz yemeğe başladıktan sonra tekrar garson azapları başlıyor. Ağzım doluken tepeme dikilip, her şey nasıl gidiyor diye soruyor..

Nasıl gitsin, yemek yiyorum bende işte.. Arkadaşım ülkeyi kurtarmıyorum, yaptığım basit bir işlem, ağzıma götürüyorum,çiğniyorum, yutuyorum.. ben bunu çok uzun zamandır yapıyorum. Yok ama ikna olcak gibi değil, o yemek bitene kadar üç kere başınıza gelmezse rahat edemiyor. Sonunda hesabı istiyorum bu sefer de tatlı yediricek o fasıl başlıyor, kaç kere ben şeker hastasıyım demek zorunda kaldım ve içimden de tekrarladım; bre kalpsiz adam, zaten yiyemiyorum bir de burnuma sokuyorsun.. bas git.. Sevimli bir gülümsemeyle sürekli bir enjooooy!! ulan bas git sen enjoy!! : )

Bu ülkede yemek konusunda sanırım en sevdiğim şey istediğim kadar ıstakoz, karides,yengeç gibi balık türlerini yiyebiliyor olmam. Yani bizde balık bir seremoni ister ne biliyim sofra ağır kurulur, çıtır çerez değildir. Burda nerdeyse her gün ıstakoz, karidese sarılmış alabalık falan yiyorum. Eskiden bu kadar sevmezdim bile balığı. Sanki cips yer gibi sokakta dolaşırken kese kağıdında karides yemek inanılmaz bir şey. İsteseler çok sağlıklı olabilirler, boğazlarını tutup ağır şeyler yemeden durabilseler ama nerde onlarda o kafa, bir Türk pratikliği..


Sevmedikleri kendi hayatları, sen üzerine alınma..

Pazartesi.. hayatım boyunca en sevdiğim gün oldu..

Bence sevdiğimiz şeyler hayatımızdaki güzelliklerle doğru orantılı. Etrafım pazartesiye küfreden insanlarla dolu, bir tutturmuşlar pazartesi sendromudur gidiyor.. Halbuki pazarteside diğer günler kadar masum.. Yazık, yavrumun yemediği laf kalmadı asırlardır. Kımse ona sormadı kı, haftaya seninle başlayalım mı diye. Gariban, bir kere daha üzüldüm şimdi bak.

Ne diyordum, heeeh bu sendrom falan bu işler insanın hayatı sevmesiyle ilgili.. Sendromu yaratan pazartesi değil, bizleriz. Ülkenin hemen hemen hepsi, şanslı azınlık hariç, bulduğu işte çalışıyor sevdiği işte değil ya da üniversitede puanının tuttuğu bölümü okuyor, sevdiği bölümü değil. Aslında insanlığının çoğunun gençlik döneminde ne ne yapmak istediğinden haberi var ne de ne okumak istediğinden. Bir şeyler dayatılıyor birileri tarafından onlarda kuzu kuzu kabul ediyorlar. Çoğunluğun paraya ihtiyacı var, çalışmaya ihtiyacı var. Tabi şu baba parasıyla alınmıs son model jıplerle okula gidenleri ayrı tutuyorum malum onların bu dünyada yaşadıkları bile belirsiz.

Her sabah uyandığında ben yine okula gidiyorum, ben yine işe mi gidiyorum diye nerdeyse geri geri gidiyor çoğunluğun ayakları. Yanliş anlamayın kimseyi yargılamak değil tabiki amacım.. Keşke bu kadar paraya ihtiyacımız olmasa da biraz daha özgür yapabilsek seçimlerimizi. O zaman ne sendrom kalırdı ne yaşama sevincimizi kaybederdik. Koşarak gittiğimiz okullarımız, işlerimiz olurdu ve muhtemelende su an yakaladığımız başarının çok fazlasını yakalardık. Hala geç kalmış sayılmayız aslında.. Ben sevmediğim bir şey yaptığımda kendime orda tutunucak bir şey bulurum.. Bir şeyi severim ve onu görmek için giderim işe.. Ya da yolda harika kahve satan bir yer keşfederim ve her sabah ordan kahve alıcak olmanın sevinciyle kandırırım kendimi. Hiç bir şey bulamazsam sevdiğim birine mail atarım işe varır varmaz.. Hayatta var olmak için yapmamız gereken şey tutunacak bir şeyler bulmaktır.. Pazartesiye sürekli sövmemizin bizi daha mutlu bir insan haline getirdiğini sanmıyorum.. Rahat bırakın onu, sonra bana gelip şikayet ediyor..

-Pazartesi: Beni sevmiyoorlaaaaR kii...

*Sevmedikleri kendi hayatları, sen üzerine alınma..

Sunday, November 21, 2010

Olmak mı, sahip olmak mı?


Az önce Okan Bayülgeni seyrettim. ''Kral Çıplak''... Okan Bayülgen bence türünün son ve benzersiz bir örneği. Bir çok insanın onun çok saygısız olduğunu düşündüğünü biliyorum. Aslında seveninden çok söveni varmış gibi geliyor bana. Yinede ben çok nadir insanların zekalarının gözle görülür olduğunu düşünürüm. Okan Bayülgen'de onlardan biri. Hayat hikayesini okuyunca aslında bunun neden ileri geldiğini anlamak güç değil. Kendini o kadar güzel bir şekilde geliştirmiş ki..Zamanla inanılmaz bir donanıma sahip olmuş. Ben bundan sonra onun kadar yönettiği programa hakim olabilicek bir televizyoncu yetişebileceğini sanmıyorum. Aslında bu şekilde yaptığı işte gerçekten iyi ve usta olan insanların, bu işi gerçekten yapmak isteyen gençleri yetiştirmeleri gerektiğine inanıyorum. Bazıları bunu egosundan dolayı, aman kimse benim önüme geçmesin diye yapmıyor bazılarıysa uğraşmak istemiyor. Yinede ben biliyorum ki bir çok hevesli çocuk bu işi layıkıyla yapmak istiyor ama yolunu bulamıyor.


Konuyu toparlamam gerekirse yaptığı işte bu kadar usta olan Okan Bayülgen'i gerçekten bu kadar kaliteli bir beyine sahip olduğu için kıskanıyorum. Bu akşam Kral Çıplak'ta konuğu Levent Yüksel di. Herkesin bildiği gibi, en azından takip edenlerin, Levent Yüksel, mütevazi bir hayatı tercih etmiş yaptığı her şeyi büyük hayranlıkla takip ettiğim, sanatçı kelimesinin daha doğrusu kavramının yakıştığı yegane insanlardandır. Programda da bu tavrını yine dibine kadar hissettirdi. Acaba bir insana zerafet dışında ne bu kadar çok yakışabilir merak ediyorum. Okan Bayülgen bir soru sorarken güzel bir hikayeyi de sorusuna iliştirdi. Bazen cevaplardan çok sorular fetheder beni, zekice ve incelikli.. Soru şuydu; olmak mı? sahip olmak mı?


Ne kadar basit duruyor değil mi? Hayatta ne önemlidir bizim için, ne olduğumuz mu, sahip olduklarımız mı? Hangisi daha değerlidir ve bu hayattan göçerken aklımıza gelicek ilk şeydir? Benim cevabım, ne olduğumdur. Sanırım şimdiye kadar ve bundan sonra da hayatımda değerli olucak tek şey, benim ne olduğum kendimi ne hale getirebildiğimdir. Varsın sahip olduklarımı konuşmasınlar.. Çok seyim de olmasın zaten.. Benim tutkularım olsun beni geliştiren, iyleştiren, hayata tutunmamı sağlayan.. Son model bir arabam olmasın ama bir şeyi fazla biliyim.. Ben konuştuğumda olduğum şeye saygı duysunlar, cebimdeki paraya değil.. Yaşadığımız dünya için çok mu şey istiyorum?Evet biliyorum, para yaşamak için gerekli, olmak zorunda. Hiç olmaması değil zaten bahsettiğim. Sadece insanları başıma toplıycak etken o olmasın isterim. Aynı şekilde bir sanatçının da değerli olan şeyi aldığı evler, arabalar olmasında yaptığı müzik olsun.. Kaç kişinin elinden tuttuğu, yetiştirdiği kalsın geriye..

Deliyim ben deliyim..

Karar vermek çok zor değil mi? Bazen kara kara düşünüyorum acaba bana mı öyle geliyor diye. Her yol ayrımında önce mutlaka yanlış olanı seçiyorum ya da macera peşindeyim de diyebiliriz. Ben daha çok eğlenceli bir insan olduğumu savınıyorum, çevremdekiler ise deli olduğumu.. Onların bana deli demesi bana inanılmaz bir özgürlük kazandırdı aslında. Ölümüne saçmalasamda, kimse tuaf tuaf bakmıyor.

-Delisin kızım sen gerçekten bak!

* Biliyoorumda neden sürekli tekrarlıyorsun..

Buraya ilk geldiğimde bir arkadaşım, You are a kind of weird  dedi. Ajansa girdiğimde ilk zamanlarda şöyle cümleler duydum:''Seni ilk gördüğümde garip biri olduğunu anlamıştım'' İşte o zaman artık bende anladım.. Ben garibim, deliyim ya da ne yakıştırıyorlarsa.. Öyle olmak beni daha eğlenceli bir hale getiriyor, hayatla daha çok dalga geçebiliyorum böylece. Hiç bir zaman, aaaa lütfeen bak darırılıırrrım demedim : ) Deliysen delisindir nesini reddediyorsunki.. Zaten şu alınma olayına ..baştan beri gıcık olurum.. Birde böyle küsüp açıklama yapmayan cinsler vardır:

-Selin ne oldu?

*Anladın sen anladın.. biliyorsun sen..

Ulaan neyi anladım neyi biliyoorum ermiş miyim ben nasıl biliyim? Bunların hepsinin bir çeşit kapris ya da iletişim sorunu olduğunu düşündüm hep. Öyle erkekler var değil mi? Pardon %90'lık bir oran zaten cümlelerle iletişim kuramıyor.

-Aşkım senın neden yüzün asık?

*cevap: mideden gelen bir homurtu..

Bir süre sonra dökülür. Bazı şeyleri kelimelerle ifade etmek gerektiğine inanmıyorum hayatım ..

Kıçını dönüp yatınca, seni sevmiyorum.. El kaldırınca nefret ediyor demek oluyor. Hayvanız ya biz diğer insanlar, anlam çıkartıyoruz hareketlerden.. Neyse bu iletişimsizlik konusuna ileri derecede takıntılıyım ben. Benim için iletişim çok önemli. ve sanırım birazda bu yüzden iletişim üzerine yüksek yaptım. Gençken başladığım kişisel gelişim kitaplarına olgunluk dönemimde Osho'yla devam ettim. Hala da okuyorum, kendini geliştirmenin ucu bucağı olduğunu düşünmüyorum. Keşke bütün gençler, okul bitirip iş bulduktan sonra köşeye çekilmeselerde sürekli beyinlerini bir üst seviyeye çıkarıcak şeyler yapsalar. Kendimizi her gün baştan yaratabiliriz aslında. Uzmanlığımız olduktan sonra baska konularda da uzmanlaşabiliriz. Dedim ya ben biraz deliyim söyledikleri gibi, her şeyi öğrenirdim zamanım yetse.. Karşımdakine, arkadaşlarıma her zaman çok değer veirirm ve bu değeri yitirmemek içinde çok samimi olmam gerekirse. Sanırım çok içli dışlı ilişki tarzlarından hoşlanmıyorum ama bu benim hayattaki tüm ilişkilerimi sağlam tutmamı sağlıyor. Kimseye arkamı dönüp sen anlarsın demedim, derdim varsa yüzüne söyledim. Çünkü dünyanın en iğrenç pisliği bile karşınızdakini aptal yerine koymaktan kötü değildir.


Hamburger kalorisi düşüren marifetli sebzeler

Beslenmek gerçekten yaşamımızı devam ettirmek için çok önemli bir faktör. You are what you eat (ne yiyorsanız o sunuz) durumuna ben çok inanıyorum. Yaşlılıkta karşılaşılan bütün sorunları, hayatımız boyunca yediklerimiz yaratır aslında. Bedenimize ne kadar kötü davrandıysak o kadar büyük olur cezamız. Tabi genetikten gelen büyük hastalıklardan bahsetmiyorum, sigara içmek, aşırı yağlı yemek, hareket etmemek gibi şeyler bahsettiklerim. Yazılarımın başından beri söylediğim gibi, ben New York'da yaşıyorum ve burda yani Amerika'da yemek ve türevleri ayrı bir sektör bunun tam karşısında zayıflamanızı sağlıycak materyalleri satmak ayrı bir sektörü oluşturuyor. Yani önce her şeyi inanılmaz şekilde göstererek kalbinizi fethediyorlar sonrada aldığınız kilolardan kurtarmak için binbir ilaç satıyorlar ve her iki tarafta da he madden hem bedenen hemde  ruhen  kazıklanan siz oluyorsunuz. İnanılmaz bir pazarlama stratejisi,  reklamlar, promosyonlar her şey mükemmel bir zincirle birbirine bağlanmış. Çok uyanık geçinenlere bile bir yerlerden geçiriyorlar. Her şey yemek üzerine kurulu ve bu harika bir şekilde kullanılıyor. Ben bile sağlığım dolayısıyla sadece belli şeyleri yiyebiliyor ve alabiliyor olmama rağmen markette saatler harcıyorum. Görsellik her yerde ön planda. Hiç bir şeyi silik yapmıyorlar. Doğumgünleri, halloween, thanksgiving, christmas.. Hepsinde ayrı bir promosyon, hepsinde ayrı yemekler organize ediliyor. Halloween'de pumpkin kekler, pumpkin kahveler.. Christmas'da bütün ambalajların şeklini şemalini değiştirmeler. Yani anlıycağınız ciğerleri pazarlama..

Tabi bu göz boyamasına yenik düşen zavallı insanlar da 300 kilo olup sokaklarda hala ellerinde hamburgerle dolaşabiliyorlar. Şimdi bununla ilgili okuduğum bir yazıyı paylaşmak istiyorum. Aslında zeki geçiniyorlar ama gerçekten akıl fakirleri.. Okuduğum yazıda şöyle diyordu; bu zeki ve yemek meraklısı insanlar bir yemeğin yanında zararsız bir şey yediklerinde bunun o zararlı yiyeceğini kalorisini düşürdüğünü sanıyorlarmış.. Yani başlık aynen şu, '' Health ''Halos'' Con Calorie Counters'' Yani üç katlı ağız sulandırıcı bir hamburgerin yanında bir kaç parça sebze eklerseniz, bu sebzelerin hamburgerin kalorisini düşürdüğüne inanıyorlarmıs. Yazının yazarı; Steve Mirsky'de bunu eleştirmek için yazmış tabiki.. Gerçekten komik insanlar.. böyle bir düşünce yapısına sahip olan insanların, çamaşır makinesine kedi atıp sonra kedi ölünce ama siz bunu içine uyarı olarak koymamışsınız diye dava açmalarınıa şaşırmamak lazım..

Hiç unutmam yıllar önce Canada'da büyük erkek kardeşime hediye alıyordum ve parasını yanlış hesaplamışlardı. Yapması gereken şey bana daha çok para üstü vermekti ama casier ne yapsa beğenirsiniz, bana dediki şimdi aldığın parayı geri ver. Tamam dedim ve verdim mecburen. O bütün parayı kasaya koydu ve bana baştan kasadan çıkarıp paraüstü verdi. Bazen akıllarının neresinden şüphe etsem şaşırıyorum.

İçimde güzel bir his var..

Senelerdir isteyipte yapamadığım buydu. Eskiden çok eğlenceli biriydim ben yani aslında hala öyleyimde nedense bir kaç yıldır içime  karamsar bir hatun kaçmış gibi davranıyordum. Bir gözü yaşlı sezercik havam vardı sanki hayatımın her sahnesine arkaya acıklı bir soundtrack iliştirmişler gibiydi. Sanırım geç gençlik bunalımıydı. Asıl bunalıma girmem gereken senelerde fazla dalga geçtim sonra da taşa çakıldım. Neyseki artık bedenim kendini eski hale iade etti. Tekrar papatya bahçelerinden papatya çalıp kulağımın arkasına iliştimeye başladım, arı maya çoraplarıma geri döndüm. Tabi yüzümdeki aptal gülümseme de geri geldi. Fazlalık kabul ettiğim şeyler vardı hayatımda, onlardan da kurtuldum. Arada eskileri yakmak gerekiyor, temizlik şart. Şimdi yine hayat toz pembe, galiba yavaş yavaş anladım, hayatta ki en önemli şey sağlıkmış gerisi yalanmış..

İnsanın olgunlaşması için, bazı aşamalardan geçmesi gerekiyormuş tabi içindeki çocuğu öldürmeden.. Şimdi benim zamanım başladı. Artık kafamı kurcalayan her şeyi çözdüm. Kavramları baştan tanımladım, ve her kavram üzerinde kendimle tek tek uzlaştım. Sevgi, kıskançlık, saygı, yaramazlık,özgürlük,  karanlık bunlar gibi ya da başka kavramlar kullandığımda, her biri bütün benliklerim için aynı şeyi ifade ediyor. Bundan sonra harika bir hayat beni bekliyor. Belki biraz geç oldu, ilk gençliğimde ağır şeylerle uğraşmam gerekti ama sonunda oldu. Tanrı'nın önce kötüsünü gösterip sonra bununla başa çıkabileceğini öğretip sonrada sana harika bir hayat bahşetmesi, takdire şayan bir durum..

Diyeceğim şu ki, karşılaştığınız sorun ne olursa olsun, hayatta hiç bir şey için pes etmeye değmez. Bunu zamanında Tanrıyla arası çok bozulmuş bir hatun söylüyor. Mutlu olmak için çok sebep var, yeterki sizde niyet olsun. Şimdi ben hayata gülümsüyorum o bana kahkaha atıyor. Yavşağın teki olduğunu unutmuşum, hatırladım.. Bu fotoğraftaki de talep ettiğim yeni evim yani şimdilik hayal tabiki ama bir gün benim olmasına kim engel olabilir ki ben istedikten sonra? Dilim arada hukuk diline mi kayıyoR bana mı öyle geliyooR? : ))

Şu New York dedikleri..

İstanbul.. benim şehrim.. Nasıl kadın, nasıl işveli, nasıl cilveli.. Sokakları yosun marka parfüm kokuyor sanki, burnunun direğini sızlatıyor insanın.. Bütün dünyayı dolaştığımı söyleyemem ama İstanbul kadar büyülü bir yer olduğunu sanmıyorum. Doğdum, büyüdüm, sokaklarında serserilik yaptım, kalabalığında kayboldum.

New York’a ilgiminse nerden geldiğini pek hatırlamıyorum. Sanki bir gün uyanıp New York’da yaşamak istemişim gibi. Tek bildiğim burda olmak istediğimdi ve olucağımdan çok emin olarak yaşıyordum yıllardır. İçimde en ufak bir tereddüt olmadı şimdiye kadar. New York, benim serseri, pis sakallı erkeğim.. nasıl gösterişli ve cool.. Ellerinde ölmek istersin, gözlerin kamaşır ışıltısından.. Daha önce de buraya geldim ama daha önce hiç yaşamamıştım. Aslına bakarsanız, çıplak gözle bakıldığında estetikten yoksun ışıklı taş yığını New York ama o kadar gösterişli ki çok çabuk kanıyorsunuz söylediği yalanlara. İşte o yüzden cinsi erkek. Geceye karışan tüm hatunlar peşinde. Sanırım ben kalabalığı seviyorum, yeterki beni içinde kaybetsin, tek başıma dolaşıyım sokaklarında.. Karışıklık tutkumdan kaynaklanıyor olsa gerek, ben İstanbul’da da en çok taksim’i severim..

Manhattan dedikleri yerdir beni benden alan. İki günde bir gitmezsem rahat edemediğim. Brooklyn’nin ruhu yok. Harlem, içinde yaşayan zencilerden kararmış ama evleri muhteşem.  Soho, tam nişantaşı.. Bu kadar uzun süre yaşayınca anladım ki aslında yerleşmek istediğim yer daha tarihi olan bir yer. Evet, haklısınız Amerika çok yaşanılası, huzur dolu.. rahat.. ama yinede bir gün başka bir yere yerleşmem gerekirse, ki bunu istiyorum, orası Avrupa’da bir yer olsun. Burda yapmak istediklerim gerçekleşti. Birbirimizin altını üstüne getirdik, daha fazla samimi olursak kavga çıkıcak gibime gelmeye başladı.. Küçük bir dairede şarabımı yudumladım, halloween’de cadı olup sokaklarda çocukları korkuttum, bir sürü yabancı arkadaşım : ) oldu. Sanırım artık işe koyulma vakti geldi. Hayat hep tatilde geçmiyor, ucundan kıyısından tutmak gerekıyor. Aslında buraya gelmeden NY’da yaşamak diye çok kitap okumuştum ama ne laundry servis sorunum oldu ne de kitapta yazan diğer sorunlarla karşılaştım. İki şikayetim var, biri su servisi olmayışı yanı var ama astarı yüzünden pahalı.. İkincisi ise, otobüslerin asla saatinde gelmiyor oluşu. Geç kalsa yine sorun etmezsinizde bazen onbeş dakika erken geldiği oluyor yani anlıycağınız burda yaşayıpta arabanız yoksa mutlaka her hafta bir kere otobüs kaçırmaya mahkumsunuzdur. Toplu taşımadan devam etmek gerekirse, subway sisemi   ise heralde dünya üzerindeki bizden sonra en basit düzene sahip sistemdir. Midtown’dan binip Brooklyn’den ya da Bronx’dan çıkabilirsiniz. Üstelik bunu o kadar kolay yaparsınız ki, siz bile şaşırırsınız.. Tek ihtiyacınız olan şey metro girişlerindeki makineleri kullanmak ve bir metro kartı edinmektir. Neyse bundan sonraki yazılarımda da eminim bundan bahsedicem şimdilik bu kadar yeter..

Ninni tadında uzun metraj dizi


Bazı filmler var aslında onlara film bile denmez belliki dizi kalitesinde çekilmiş uzun metraj diziler ama yinede benim hoşuma gidiyor. Geçen gece tekrar uykuya dalabilmek için izlediğim film gibi.. Şeker düzensizliğimden kaynaklanan bir uyku problemi çekiyorum kendimi bildim bileli. Artık öğrendim gece üçte uyanınca yapmam gereken kimseyi uyandırmak veya tekrar uyumak için debelenmek değil aklımı meşgul edicek şeyler yapmak. Film izlemek gibi.. Geçen gece bir film ilgimi çekti, bir Türk filmi ama ben vizyona girdiğini bile duymamıştım. Çekimler kötü, mekanlar kötü, oyunculuk var mı tartışılır ama konusu hoşuma gitti tabi bu arada benim uykuda güme gitti. İstanbul da olsam ezanı duymuştum. Filmin adı; ”Gelecekten Bir Gün” başrollerini Rasim Öztekin, Hande Subaşı ve başka bir sürü bilinen oyuncunun paylaştığı uzun metraj bir dizi. Zaten o saatte uyanınca benden ağır yabancı filmler izlememi beklemeyin. Basit, anlaşılır ninni tonunda şeyler izlerim genelde. Bu filmin neden ilgimi çektiğine gelince, ben içinde melek olan her şeyi severim o ayrı ama onun dışında filmin bahsettiği şey o kadar hoşuma gitti ki bundan bahsetmek istedim.

Filmde kendini çok şanssız gören bir adamın macerası anlatılıyor. Söylemek istediğiyse, şanssız olup olmadığınızı bilemezsiniz hemen karar vermeyin ; ) Bu şanssız adam yaşadığı hayata daha fazla devam edemiyeceğini düşünüp kendını iş yerinin çatısından aşağı bırakıyor ve aynen diğer tarafa intikal. Diğer tarafta iki tane melek ona eğer yaşasaydı beş yıl sonra ne halde olucağını gösteriyor. Gördükleri karşısında şok olan adam ise dünyaya dönmek için bir şans daha istiyor. Melekler bunu kabul ediyorlar kabul etmesine de bir şartları var, bir daha yaşadığı süre boyunca hiç şanssızlığına sövmiycek. Adam beş yıl sonra ulaşabileceği o mükemmel hayatın tadını alınca, meleklerin şartlarını kabul edip dünyaya dönüyor. Beş yıl sonrada o hayata gercekten ulaşıyor. Hoşuma giden şey ise, bir insan hiç bir zaman şansının dönmiyceğinden emin olup saçma deliliklere kalkışmamalı. Ben tecrübeyle sabitledim, bir şeyi çok ısrarlı bir şekilde açıkça isterseniz Tanrı onu kucağınıza bırakıveriyor. Tabi her zaman hayırlısıysa.. Eğer olmaması gerekiyorsa amaaan aman sizden uzak olsun.

Ben maalesef gece filmlerine devam edicem ve ediyorum. Ninni tadında uzun metraj dizi kuşağı.. Uykuya dalmamı sağlasın da baska bir isteğim yok.


Bu blog işi zor iş..

Aslında bir çok insan blog yazmayı, günlük tutmaya benzetiyor ve küçümsüyor.. Evet, bende onlardan biriydim ta ki, ilk blogumu açana kadar. Senelerce bilgisayar ortamında yazmam, kağıtlarımdan vazgeçmem diye direndim ama sonunda gördüm ki, dünya değişiyor, teknoloji gelişiyor ve bizimde ona ayak uydurmamız gerekiyor. Bakamayın sakin sakin yazdığıma inatçının tekiyim. Kendimi resim kağıtlarını bırakıp, grafik tablette çizmek için ikna etmem de cok uzun sürdü. Sonunda wacom bir tabletim, farklı konularda üç tane blogum ve hayata biraz daha bozuk bakan gözlerim oldu. Bu blogu açmakta kı amacım cok gizli. Bunu hem kendimden hem sizden saklamak zorundayım ama merak etmeyin çok eğlenceli bir açıklaması var da ondan sizden saklıyorum. Bu blogu dikkatimi çeken şeyleri yazmak için açtım ama yinede adımı saklasam da size biraz kendimden bahsetmekte sakınca görmüyorum. Hayatımın en karışık konusundan, meslegimden baslayalım. Hukuk eğitimi aldım ama avukatlık yapmıyorum, grafik eğitimi aldım ama hayır, hayır grafikerde değilim. Sinema televizyon masterı yaptım.. Bilemediniz şu an bir televizyon kanalında kameran da değilim ama bütün bu söylediğim sektörlerde bir süre zaman geçirdim. 25 yıla çok şey sığdırdım. İşin aslı, ben hayatım boyunca doğru bir stratejiyle kariyer yapan insanları kıskandım çünkü ben hep hayallerimin peşinden koşuyorum. Evet, uslu bir cocuk olup bir avukatlık firmasında çalışıp para kırabilirdim ama ben sevdiğim şeyleri yapmayı seçtim. Açıkçası hukuk fakültesine geçiyordum uğradım. : ) Sanki dünyanın en kolay şeyiymiş gibi bitirip kendimi bir televizyon kanalına attım sonra aklıma yattı master yaptım.. Hiii blogunda yalan söyeleyen kadın yakalandı! Tamam, tam öyle olmadı.. Hayat hikayeme devam etmem gerekirse; en son mesleğim bir reklam ajansında metin yazarlığıydı şu an ise, NewYork’dayım.. Şaşırdınız mı? Söz konusu benim hayatımsa şaşırmanız yersizdir. Neden geldim? Çünkü çocukluğumdan beri en büyük hayalim NY’da yalnız yaşadığım bir evimin olmasıydı ve ben daha fazla beklemek istemedim. Hayır, kalıcı değilim bayadır burdayım ama İstanbul’a dönücem. Ben pek plan yapmam ama bundan sonra sanırım açıktan okudugum halk ve ilişkiler bölümünden bu yıl mezun olup o mesleğe yönelicem. Tabi yarın ceza avukatlığı yapmaya karar vermezsem : ) Bu blogumun da diğerleri gibi takip edilmiyceğini biliyorum, farkındayım ama zaten bunu top secret bır sekilde hayattan intikam almak için açıyorum takip edilsin diye bir derdim yok ama edilirse ne ala..