Monday, December 24, 2012

İçimde kopan kıyamet

Ne kıyametmiş be! 1 yıldır beynimizi kemirdi, kafamızı karıştırdı, ya olursa dedirtti. En sonuna da geldi geçti. Bugün, hepinizin malumu olan bir tarihten, 21 Aralık'tan ve tabiki maya'lardan bahsedeceğim. Efendim aslında Maya olgusuysa tanışıklığım eskiye dayanır. Yıllar önce bu konularla ilgilenen bir arkadaşım bana felsefesini çok detaylı anlatmıştı. Dolayısıyla da, bu ya gerçek ise geyiği ile pek ilgilenemedim. Çok detaylı olarak hatırlamadığım ve zahmet edip araştırma yapmadığım için Maya'larla ilgili çok detaylı bilgiler veremeyeceğim ama zaten bu süreçte hepiniz eminim Maya uzmanı olduğunuzdan bana ihtiyacınız kalmamıştır. Kısaca anlatmak gerekirse; 21 Aralık dünyanın sonu değil, yeni bir çağın başlangıcıydı. Bu zamandan sonra bilinç düzeyiniz yükseldiğinden aslında enerjinizi kullanarak pek çok şeyi gerçekleştirmeye başlamış olabilirsiniz. Enerjinizi kontrol etmeyi öğrenmenin tam vaktidir cünkü bir kaç çakranız kendiliğinden çılgın atmaya başladı.

İşin felsefi boyutunu bir kenara bırakırsak, dünyanın sonu gelicekti ne oldu yahuu ideolojisine geri dönersek, değinmek istediğim yere gelmiş oluruz. Tam olarak ne kadardır devam ettiğini bilmiyorum ama bir süredir dünyada kıyametin kopacağına dair inanılmaz bir inanış vardı. Bu inanç, insanları stok yapmaya, kurtulabileceklerini düşündükleri yerlere kaçmaya kadar götürdü. İşte tam bu noktada ben bir şeyi çok merak ettim; madem bu kadar seviyordunuz bu hayatta olmayı, neden bunca şikayet? Neden hiç birimiz bu içinde bulunduğumuz dünyayı sevip, daha iyiye gitmesi için bir şeyler yapmıyoruz da, yıkılacağını duyunca ona kıymet veriyoruz. Kaybetmeden değerini anlamayacaklarımız arasında dünya da mı var? Bu, bunun için çok ağır bir durum değil mi? İçinde bulunduğumuz güzel bir dünya ve biz İstanbul'da yaşayanlar işin özellikle harika bir şehir var. Hala sonu gelmemişken değerini bilsek, onu koruyup kollasak ve daha çok önem versek olmaz mı? Her sabah kalktığınızda şikayet ettiğiniz bir dünyanın sonunun gelmesi sizi ne kadar endişelendirmiş olabilirdi ki?

İşte bütün bunlar benim bu süreçte takıldıklarım. Eminim bir çoğunuza boş gelicek cümleler ama bu kadar tantanaya üzerinde birazcık düşünülmeyi hakettiler bence. Henüz sonu gelmemişken dokunduğunuz her sevip koruyup kollayın. Bugün değilse bile bir gün her şeyin sonu gelicek. İçimde kıyamet kopmasına neden oldukları için ve bazı şeyleri harekete geçirdikleri için Mayalara teşekkürü bir borç bilirim.


Friday, December 14, 2012

Jean Claude Biver'ı Dinlemek..

Güzel konuşan insanlara hayran oluyorum. Lafı dolandırmayan, içinde zeka pırıltıları olan cümleler kuran, esprili insanları saatlerce, günlerce dinleyebilecekmiş gibi hissediyorum. Dün Marka konferasında, bu tarzda konuşan, kendine hayran bırakan birine rastladık . O isim;  Hublot'un başkanı Jean Claude Biver'dı. İnanılmaz ton ton, tatlı bir adam olmasının yanında, slayt kullanmadan insan tavlamanın nasıl bir şey olduğunu gösterdi bizlere. Hiç şov yapmadı, doğaldı ve eğlenceliydi. Sonunda da dakikalarca alkış aldı. Bugün bu adamdan uzun uzun bahsetmek istiyorum.


Belki bilmeyeniniz vardır diye kısa bir açıklama yapalım. Jean Claude Biver, İsviçre lux saat yapımcısı Hublot'un CEO'su. Tatlı bir adam olmasının yanında çok da başarılı.  Öyle güzel şeyler söyledi ki, bazılarını sizinle paylaşmak istiyorum; ''Yaratıcılık doğultan bahşedilmiş bir özellik değildir, geliştirilebilir. Bunun için meraklı olmak ve öğrenmek gerekir. Çocuklar devamlı öğrenir çünkü merak ederler. Bir fincan kahve gördüğünüzde, onun rengini, tadını, nerden geldiğini, her şeyi merak etmeniz gerekir. Bu yaratıcılığınızı geliştirmenize yardımcı olacaktır. Sadece ölüler öğrenmez. Saati neden takıyorsunuz, saate bakmak için mi? Hadi ama bunun için iphone'larınız var. Siz onu kendinizi tanımlamak için takıyorsunuz. Kim ucuz bir saati almak ister ki? Önemli olan o saat ile ben buyum diyebilmeniz.''

İşte bütün bunlar dün gülmekten fırsat bulup, aklımda tutabildiğimm cümleler. Bütün söylediklerinin içinde aslında en çok ilgimi çeken yaratıcıkla ilgili  kısmdı.  Bence biz insanların en büyük problemi, büyüdükçe merakımızı kaybediyor oluşumuz. Aslında yapabıleceğimiz değil, yapamayacağımız şeyler sınırlı ama biz sanki tam tersiymiş gibi davranıyoruz. Bir şeyi gördüğünde, yeni bir şey öğrendiğinde soru sormayan, eleştirmeyen, sorgulamayan insanın öğrenmesini ve yaratmasını beklemek imkansızdır. Dün bana bütün bunları  hatırlattığı için  Jean Claude Biver'a minnettarım. Gerçekten hayatın karmaşası içinde  bazen çok monotonlaşmış hayatımıza gömülüyoruz ve yapabileceklerimizin farkına varmıyoruz. Ben bile çok meraklı bir insan olmama rağmen bazen neden sorusunu sormayı unutuyorum. Bir şeyleri daha doğru yapmak ve başarmak için meraklı olmak lazım. Böyle ton ton başarılı insanlar var olduğu sürece, hayata dair inancım sürücek. 

Monday, November 12, 2012

Kuş kadar ömür

Ey insanoğlu ne kadar mutsuzsun! Sendrom üzerine sendrom uydurursun. Hiç bir şey ile yetinmezsin. Ağzından mutluyum kelimesi kerpeten ile alınır. Hep daha fazlasını istersin, kapitalizmin yoluna koyduğu bütün tuzaklara düşersin, neden bu dünyaya geldin merak etmezsin. Ey insanoğlu sen nasıl bir şeysin?

Çok takıldığım bir şey bu insan mutsuzluğu. Bu dünyaya gelme amacı mutsuz olmak sananlar var. Hatta bu öyle büyük bir çoğunluk ki neredeyse rastadığım iki kişiden biri mutsuz. Neden öyle? Çünkü istediklerini yapamıyorlar, istemedikleri okulları okuyorlar, sevmedikleri işleri yapıyorlar. Felek çok kahpe, istediklerini yapmalarına asla izin vermiyor. Bütün bunların içinde bir tek şeyi unutuyorlar, bir tane hayatları var.

Evet, maalesef yani yeniden dirilme inanışınız yoksa, yaşamanız gereken bir tane hayatınız var. Bunu zorlaştırmak ya da kolaylaştırmak sizin elinizde. Her gün yataktan kalkıp sevmediğiniz işe gitmek ya da istekleriniz uğrunda mücadele etmek sizin elinizde. Denemeden pes etmek sizin elinizde. Yaptığınızda ya da etrafınızdaki insanlarda sevilecek yanlar bulmak da sizin elinizde. Her gün twitter listem işine lanet eden insanlarla doluyor. Sırf lüks yaşayabilmek adına sevmediğin bir şeyler yapıp her gün lanet etmek gibi bir hobisi var insanların. Anlıyorum, yaşamak için paraya ihtiyacınız var ama buna ulaşmak için yaptığınız şeyi sevmelisiniz ki hayatınız bir şeye benzesin. Aksi halde boşa bir ömür geçirirsiniz. Boş yaşayan, hiç düşünmeyen insanlara çok kızıyorum. Kendi hayatın hakkında ya da bu hayatta neler döndüğü hakkında bir fikrin olmadan yaşıyorsan, o ömrü çöpe sürükle bırak. Yani demek istiyorum ki, hayatınız bir şeye benzesin istiyorsanız cesur olmak ve düşünmek zorundasınız. Tarihte ismi geçen kaç kişinin sıradan, pasif bir hayatı var? Hep mücadeleyle, ateşlere atlamış insanlar bir şeyler başarmışlar. Bu uğurda canları çok yanmış, yılmamış mücadeleden vazgeçmemiş insanları dinliyoruz hep.

Tabiki tercihiniz basit ve sıradan bir hayattan yana olabilir. Peki o zaman isyan neden? Zaten var kuş kadar ömrünüz, keyfini çıkartın.

Sunday, November 4, 2012

Her satanı güzel sanmak

Toplanın bakıyım başıma, size var anlatacaklarım. Birazdan popüler kültürün ürünü olan bir kitaptan bahsedip, biraz bilinç rica edicem. Buna hazır mısınız? 

Efendim, son bir kaç ayda dünyada satış rekorları kıran, güzel dilimize çevrilip buraya da gelen bir kitap var; ''Fifty shades of grey''. Eminim hepiniz okumasanız bile bir yerlerde rastgelmişsinizdir. Kitap satış rekorları kırdı, neredeyse okumayan kalmadı diye merak edip orjinal dilinde alıp okumaya başladım. Kitap 500 sayfa ve bana göre psikolojik problemleri olan bir adam ile ondan aşağı kalmayan bir kadın arasındaki hikayeyi anlatıyor. Evet, hikaye oldukça erotik. Takdir edersiniz ki kitabın başarısı ''sex sells'' mantığından geliyor. Yani kitabın yazarı E. L. James yememiş içmemiş nasıl satarım diye düşünmüş ve en basit yolu bulmuş. Eminimki yazarın zaten edebi bir eser yazıyım diye bir amacı hiç olmamış ama be kadın insan 500 sayfa kitaba bir climax'ı de mı cok görür? Yazar kitap yazmamış, yazılı porno yayınlamış. Kitabın konusu da bir amacı da yok. Tabiki devam kitapları yazıldığı için sonu ortada bırakılmış olabilir ama yinede her kitap başlı başına, giriş gelişme sonuç bölümleri olan kendi içinde bir eserdir. Okuyana, beğenene lafım yok ama bütün kitabı sadece adamın sex hayatı üzerine odaklayıp, yan karakterleri olduğu gibi ortada bırakıp, hikayenin zirve yaptığı noktanın hiç olmaması bana biraz dokundu açıkçası. Bilmiyorum belkide kitaplarla aramda manevi bağlar yarattığım için eleştirme ihtiyacı duymuşumdur. Kısacası azizim, yazara bir kac fantazi kurup bunu kağıda döktü diye bu kadar para kazandırmanın bir anlamı yokmuş. O kadar güzel kitap yazılırken bu kitabın satış rekorları kırmış olması beni biraz incitti. 

Neyse bu kitap hakkında bu kadar lakırtı yeter. Önce kötü haberi verdiğime göre şimdi güzel bir şeyden bahsedebilirim. Ben ara ara bazı yazarlara, kitaplara  aşık olurum. Bu ara da başıma böyle bir şey geldi, iki adamın kafa yapısına tutuldum. Alper Canıgüz ve Murat Menteş. İki de çılgın ikisi de uçmuş!  Aynı zamanda çok iyi dost olan bu iki adam beni yazdıkları her satıra, hayal güçlerine hayran bıraktılar. Eğer hayata bakışınız benim gibi tuhafsa yani kendinizde bir ilginçlik hissediyorsanız mutlaka bu iki adamı takibe alın. Bize takip etmek yetmez dinlemek de isteriz  derseniz Tüyap kitap fuarında sizi bekliyor olacaklar. 

Saturday, September 8, 2012

Pozitif'in Negatif Tarafı

Efendim malumunuz aylardır beklediğimiz RHCP konseri dün gece Santralistanbul'da  gerçekleşti.Konser masal gibiydi. Gerçekten de bu adamları dinlemeden bu hayattan çekip gitmediğim için kendimi şanslı sayıyorum. Koca koca adamların, o yaşta gösterdikleri performans inanılmazdı. Müzik yapmanın insanları diri tuttuğunu düşünürüm hep. Bir kaç ay önce Madonna konserinde de aynı kanıya varmıştım. Sahnede bu kadar enerjik olmak, atlayıp zıplamak bir tek öyle mümkün olabilir. Konser güzeldi güzel olmasına, bunun için Pozitif etkinliğe teşekkür ederiz ama organizasyon her zamanki gibi bir yerlerinden patlak verdi.  

Konser alanına gitmek için yola çıkan binlerce kişi, önce Taksim'de inanılmaz bir shuttle sırasıyla karşılaştı. Buna diyebileceğimiz çok bir şey yok. Bu kadar insanın gittiği bir konserde bu sıra normal diyip taksi bulmaya yöneldik ama ne mümkün. Canım İstanbul taksileri, ''ben oraya gitmem, ne tarafa gidiceksiniz'' türünde sorularla insanları bunaltma yoluna gitmişlerdi. Hadi buna da tamam dedik sonuçta trafik var ve gitmek istemeyebilir. (Kesinlikle meslek ahlakıyla uyuşan bir hareket değil) Daha sonra zor bela bulduğumu bir taksi ''götürürüm ama 40 liranızı alırım'' dedi. Malumunuz Taksim Santral arası 10 lira falandır. Yani sizin anlayacağınız ''akşam pazarında inecek var'' Tabiki başka çaremiz olmadığı için paşa paşa taksiye parayı bayıldık ve konser alanına doğru yola çıktık. Taksici amca bizi bir benzinlikte bırakıp ''oraya giremem burdan yürüyeceksiniz'' dedi ve biz yine bir sürü insan, yolda yürümeye başladık. Çile bitti mi? Hayır bitmedi! Güç bela kategori 1 olan yerimize ulaştık, içeri girdik ve o anda kahkahayı patlattım. Bizim yerimiz gayet iyiydi ama ya kategori 2'ler çalışkan 3'ler nerde kaldı 4'ler? : ) Kategori 2'nin sahneyi görmesi neredeyse imkansızdı. Onları mahkum gibi bir setin arkasına atmışlar ve önlerine de bir ekran koymuşlardı. 3'ün halini dile getirmek bile istemiyorum. İşin ilginci,  bu iki kategori arasında sadece 25 TL   fark vardı, yani sadece bilet almakta gecikmişlerdi. Neyse bunu da görmezden gelip Athena ile başlayan konseri dinlemeye koyulduk. İşte bu aşama için Pozitif bir teşekkürü haketti. Gerçekten yıllardır öyle adamları dinliyoruz ki belki de onlar olmasa hayatım boyunca böyle bir imkanım olmayacaktı. 

Efendim konser boyunca şikayetçi olduğumuz tek şey, ekranların sahne boyunda yapılmış olmasıydı. Yani normalde bütün  festivallerde yukarı konulan ekranlar sahne hizasına konularak biz selvi boyluları! biraz üzmüştü. Tabi bu kadar lezzetli müziğin verdiği hazla bunu görmezden gelebildik. Asıl çile çıkarken başladı. Taksi bulabilmek ve erken çıkmak için her zamanki taktiğimizle konser alanından bir şarkı önce çıkan biz Sütlüce'ye doğru yürümeye başladık. Ne yazıkki gelirken var olan Taksim shuttleları dönüşte yoktu ve biz taksi bulmak zorundaydık. İşte anlayamadığım şey bu. Bir sürü insanın Taksim'e geri döneceği, facebook sayfasında kocaman ''park yeri yoktur'' yazısının üzerine, halkımın arabasını Taksim'de bırakacağı Pozitifçe malum olmalıydı. Bunu bildiği için de shuttle olmalıydı. Bizi gelirken getirmek istemeyen İstanbul taksileri dönüşte o kısa mesafeyi gitmek isterler miydi? Tabiki bunun bir sonucu olarak taksi kapılarına atılan yumruklar,  küfürler havada uçuşurdu. Nereye gidiceksiniz diye soran taksiler ''Taksim'' yanıtını alınca öyle bir kaçıyorlardı ki, meslek ahlağına verdikleri değer hızla gözünüze giriyordu. Sonunda biz güç bela da olsa taksi bulup evimize ulaştık ama biz giderken bile bir grup insan hala çaresizce Uykulukçuların önünde oturuyordu. Sevgili Pozitif, girişini düşünüp tasarladığın böyle büyük konserlerin çıkışını da tasarlaman gerekirdi. Shame on you! Konserler iyi güzel ama bu giriş çıkış probleminin acil bir sisteme oturtulması gerekiyor.

Dün geceden can't stop ile bu yazımı noktamak isterim. Her şeye, bütün çileye rağmen müzik güzel şey...













Saturday, September 1, 2012

Hayat Boyu Sınav

Hayatı hep bir bilgisayar oyununa benzetiyorum. Biri yönetiyor, oyunun içindekiler kontrol edebildiklerini sanıyor. Sims'deki gibi mesela. Ben bilgisayar başına geçip bir karakter yaratıyorum, giydiriyorum, okula gönderiyorum ya da göndermiyorum, iş buluyorum ya da bir aylak olmasına karar veriyorum. Aslında her şeyi ben yapyorum, köşe başında eski arkadaşıyla karşılaşmasını sağlıyorum, ev yansın acı çeksin istersem ütüyü fişte bıraktırıyorum. İstersem işleri yolunda gidiyor ve zengin oluyorlar. Ya da onların zengin bir ailenin çocukları yapıyorum. Baştan sonra her şeyi, başarılarını, yanlışlarını kontrol ediyorum ama onlar her şeyi kendileri yapıyor sanıyorlar. Benim ayarladığım her şey, onlara göre tesadüf. Kimin ben bu oyunda, tahmin edebildiniz mi? İşte hayat aynen böyle, sims oynar gibi. Biz her şeyi kontrol ettiğimizi zannediyoruz. Çabalıyoruz, başarıyoruz, başaramıyoruz. Tanıştığımız, karşılaştığımız insanalara, ''bak şu tesadüfe'' diyoruz. Tesadüfen, sokaklarda keşfediliyoruz ve hiç bir şeyin farkına varmıyoruz. Olaylar akış sırasına göre olurken biz sadece şaşırıyoruz.

Dikkat, bu bir  uyandırma yazısıdır. Hayatta hiç bir şey ama hiç bir şey, gerçekten sizin elinizde değildir. Seçim yaptığımız alan, ki eğer varsa çok sınırlı. Bu yüzden şimdi ağlamayı bırakın ve hayatın tadını çıkartın. Nasılsa her şey, iyi ya da kötü, yerinize düşünüldü. Size sorulan tek soru var; ''bakalım bu olay karşısında ne kadar sabırlısın'' Sınavları verdiğiniz sürece sorun yok.

Saturday, August 11, 2012

Happy End?

Bu hayatta çoğu hikayenin  mutsuz son ile bittiğini biliyor musunuz? Peki ya buna tezat olarak,  yazılan  hikayelerin neredeyse hepsinin mutlu bittiğini? Yine konuya tersinden, sağından, solundan, köşesinden girdim farkındayım ama mutlaka mantıklı bir yerde son bulucam meraklanmayın. Önce neden bu konuda yazmak istediğimi, beni neyin rahatsız ettiğini anlatarak başlıyım. Efendim ben deniz geçen gün Batman filmini  izlemeye gitmiş bulundum. Film için diyebilecek tek kelimem yoktur güzelden başka, lakin özür diliyerek henüz izlemeyenlerden sonu ile ilgili edecek bir kaç kelamım var. Bir kere şunu belirtmeliyim ki Nolan gerçekten yine yine yeniden harikalar yaratmış. Yani film muazzam da  o kadar patırtı gürültüye film mutlu son ile bitiyor ya kuzum. Açıkçası ben bu hayatta bu kadar çok kötü varken ve çoğunlukla hikayeler onların lehine sonan ererken, filmlerde neden tersi oluyor anlayamıyorum. Şimdi okurken garip geldi biliyorum ama evet, ben bu konuya takılıyorum.

Friday, July 13, 2012

Tek tek basaraktan

Tek tek basaraktan, bade süzerekten, gel canıım gel aman... Ne diyorum ben ya? Korkmayın henüz o kadar delirmedim, sadece size bugün bahsedeceğim konuyla ilgili güzel bir giriş yapmak istedim. Malumunuz daha önce yeni yerlere merakımdan, alkole olan alışkanlığımdan falan bahsetmiştim. Şimdide yeni açılan, çığ gibi büyüyen gençliğin akın ettiği bir yerin başarısından bahsedicem. Efendiiiim aslında çokta yepisyeni olmayan ama başarısı karşısında daha fazla dayanamayıp yazmak istediğim bir yer burası. Adı Tektekçi. Eğer İstanbul'da yaşıyorsanız ve biraz gezmeye meraklıysanız burayı bildiğinize eminim.

Mekanı neden sevdiğime, lezzetli içkilerine geçmeden önce kısaca mekan ile  tanışmamızı anlatmak isterim. Efendim puslu bir kasım ayında istikrarlı bir İstanbul Life okuyucusu olan bendeniz, mekan tanıtımı kısmında tektekçi'ye rastladım. Rastlamakla kalmadım hemen telefona sarılıp arkadaşlarıma saldırı komutunu verdim. Dergiden aldığımız bu gazla düştük beyoğlu tomtom sokağın yollarına. Kapısına bır vardık kı ne gorelım, shotları tek tek mıdeye yuvarlayan gençler o soğukta içlerini ısıtıyorlar. Durur muyuz, karıştık aralarına. Öğrendimki mekan daha çok tazeymiş, yeni gelişmekteymiş. Sahibi epey bir uğraş vermiş, üç yıl araştırmış, sonunda burayı yaratmış.

Mekanın bence bu kadar tutmasındaki ve gelişmesindeki en önemli etken samimiyet. Evet, ilginç shotları var, rakıya kadar her içkiyi içlerinde bulabileceğiniz ve tadına doyamayacağınız lezzetler yaratmışlar ama bana sorarsanız bunların ötesinde o kadar sevimli insanlarla çalışmaya başlamışlar ki insanın orda kalası geliyor. Çok ilginçtir, o kadar içkinin içildiği ve kafaların daima kıyak olduğu yerde hiç kavgaya rastgelmedim. Sistemin oturuşunu, her hafta ayrı hesap ödeme tekniği geliştirmelerini her şeyi gözlemledim. Tabi buna etkin biçimde kullandıkları sosyal medya da çok katkı sağladı. Evet, şu an içinde bulunduğumuz dönemde, gençlere yönelik mekan açıyorsanız onları samimiyetinize inandıracak şeyler yapmanız gerekir ve etkin sosyal medya kullanımı da bunlardan biridir. Tektekçi, bu sayede extra reklam yapamaya gerek olmadan, fısıltıyla kulaktan kulağa yayıldı.

Sanmayın ki sadece kulaktan kulağa yayıldılar, aslında şehirden şehire de yayılmaktalar. İlk olarak Taksim'de açılan bu deli shot mekanı şimdilerde Alaçatı'yı da yerinden oynatıyor. Üstelik kocaman avluları ve balkonuyla burdakinden daha hoş bir ambiyans yaratmışlar. Gittim, gördüm , inceledim. Hatta İstanbul tayfasını oraya çektikleri için sitem bile ettim. Duydum ki Ankara'ya da taşıyorlarmış. Gördüğünüz gibi dostlar, bu zamanda bir mekanı tutturmak istiyorsanız 360 düşünmeniz gerekiyor ki çuvallamayın. Şimdi bir tek mi atsak?

Alaçatı'daki Minik Sorun

Bu kadar uzun zaman yazmadığıma göre, pek bir şeyden şikayetçi değilmişim anlaşılan. Yok artık! Ben ve şikayet etmemek, eleştirmemek, kabul etmek. Çok tezat bir şey söyledim galiba. Nedendir bilmem, bir süredir yazmak içimden gelmemişti. Beni kendime getirense çok tuhaf ama bir kaç gün önce karşılaştığım çöp sorunu oldu. Evet, birazdan bahsedeceğim şeye başta biraz gülüceksiniz ama sonra biraz hassasiyet rica edicem.


Öncelikle ne güzel değil mi yaz geldi, çiçekler kavruluyor, ablalar güneş çevirme oluyor, abiler baklavalarını sergiliyor. Bayılıyorum yaza, o da bana bayılıyor mu bilemiyorum. İşin şakası bir yana, ben oldum olası yazı severim. Güneşin salgılattığı hormon coşkusundan ya da sokaklarda cıbıl cıbıl dolaşabiliyor olmamızdan. Yaz dediniz mi hemen kapı komşusu tatilden de bahsetmek gerekir tabi. Tatil dediğiniz şey ister üç gün ister bir hafta olsun, insanı eğlendiren bir hadise. İki parça kıyafeti bile olsa, bavul yapmak  hoşuna gidiyor insanın. Bende aynen bu bahsettiğim çoşkuyla bu yıl Alaçatı'ya tatile gittim. Gitmeyenler için bilgi; Alaçatı aslında küçük bir köy. Ancak çarşısında dolaşırken gördüğünüz manzaralar biraz kafa karışıklığı yaratabiliyor. Ne gibi derseniz, bir yanda teyzeler amcalar diğer yanda koca topuklu ayakkabıları ve kavrulmuş bedenleriyle bizler yani gençlik. Aslında hasta olduğum bu köyde bahsetmek istediğim sorun ise; çöp : ) Çöpün nesi ve nasıl sorun derseniz, mesela kutusunun  olmaması derim. Bir hafta ansızın köye sızan belediye bütün çöp kutularını toplamış ve esnaf inanılmaz şikayetçi. Hatta bu kadar gazeteci gelip gidiyor, biri de bu sorunu yazmadı diye dert yandıkları bile oldu. Çöp kutusu olmadığı için çaresiz kalan insanlar mecburiyetten çöplerini köşe başlarına atıyorlar ve bu da acayip bir kirliliğe neden oluyor. Nerdeyse cennet diyebileceğim bir yere bu eziyet neden merak ediyorum doğrusu. İşte derdim buydu, yolu bloguma yanlışla düşen üç insan. Küçük şeyler büyük sorunlar yaratıyor bazen.


Bu minik ve halledilmesi kolay derdi geçersek, Çeşme-Alaçatı gercekten son yıllarda insan akınına uğramış ama yinede sadeliğini kaybetmemiş bir cennet. Yolunuz düşerse bizim ev'de kahvaltı etmeyi, ada balık'ta kumların içinde balık yemeyi, dondurmacı Veli'de mavi renkte dondurma yemeyi unutmayın. Şimdiden mutlu tatiller..

Wednesday, April 11, 2012

Deli oluyorum..

OrjiDeli oluyorum;

Zengin olup bunu bangır bangır söyleyen görgüsüzlere..

Her şeyi bildiğini zannedenlere..

Senin hayatınla ilgili yargılara varanlara..

İnsanları aşağılayanlara..

Okuyup adam olamayanlara..

Kendini eğitmeyenlere..

Başkaları hakkında önyargılı olanlara..

Hayatta neden var olduğunu hiç araştırmamış olanlara..

Yaptığı şeyler hakkında hiç düşünmeyenlere..

Hayat hakkında hiç düşünmeyenlere..

Kadını sadece cinsel obje olarak görenlere..

Büyük konuşma diyen bilmişlere..

Herkesin aynı olması gerektiğini savunanlara..

Farklıya saygısı olmayanlara..

Normal diye bir kavramı kabul edip her şeyi ona indirgiyenlere..

Farklı hayatlar olabileceğine inanmayanlara..

Büyük düşünmeyenlere..

Yapamam diyenlere..

Korkaklara..

Karamsarlığa..

Yapamazsın diyenlere..

Wednesday, March 28, 2012

Evrene mektup..

Sevgili evren, otur  adam gibi konuşalım. Bu kadar yıllık hayatımda anladım ki senin kafan bir hayli karışık. Aksi halde bu kadar saçmalayamazdın. Bir insanın hayatı çeşitli evrelerden oluşur. Buna kabaca giriş, gelişme, sonuç diyebiliriz. Her bir evrede de iniş çıkışlar olur. Örnek vermek gerekirse; çocukluk evresinde okul gibi arkadaşlık kurmak gibi şeyleri öğreniriz. Gençlik diye tabir ettiğimiz zaman diliminde de yine okul,iş, askerlik uğraş veririz. Bütün bunları inan bana anlayabiliyorum. Evet, içinde bulunduğumuz dünya düzeninde normal olan ve yaşamak için yapmamız gerekenler var. Benim lafım bunları gerçekleştirirken karşılaştığımız ilginç olaylara. 26 senedir istediğim ve üzerine düşündüğüm hatta kafamda filmini çektiğim sahneleri nasıl gerçeğe dönüştürüyorsun anlamaya çalışıyorum. Aslında benim inandığım sistem daha çok kader ile bağdaşıyor. Ancak bu düşündüğüm için mi gerçekleşiyor yoksa kaderimde olduğu için mi benim içimden onu düşünmek geçiyor yani olaylar bir şekilde doğumumuzda kodlanıyor mu, onu çözemiyorum..Bana artık gereken cevapları vermen konusunda ısrarcıyım. Ne olur bir el atsan..

Eğer gerçekten beynimizin içinde kurduğumuz sahnelerin er ya da geç gerçekleşmesini sağlayabiliyorsak bu biraz tehlikeli olmaz mıydı? Ya benim düşündüğüm şeyin tam tersini kuran biri varsa? O zaman ne oluyor? Ya çakışıyorsa senaryolarımız? O zaman kader mi müdahale ediyor? Çok soru var kafamda ve bunu çözemediğim sürece hayatımı yanlış yönlendirmeye devam edicem. Çünkü bu bir güç ise eğer doğru kullanımını öğrenmemiz gerekir. Aksi halde  kapsamını belirlemediğimiz için tam olarak istediğimiz değilde biraz defolusu gerçekleşiyor. Bir kullanım klavuzu ayarlayabilsen keşke. Ben uyurken başucuma bıraksan inan bana hiç korkmam. Yeter ki şu işi çözüme kavuşturalım artık. Yaşadıklarımdan anlaşılıyor ki hayatımın senaryosuna katkıda bulunuyorum ama kalemimin ayarı olmadığından bazı şeyler aşırı bazılarıyla eksik oluyor. Bunu yoluna koyarsak sevinirim.

Sevgiler

Nam-ı diğer Orjideli..